Konser İncelemesi: Borknagar / 25.08.2022
27 Ağustos 2022IRON MAIDEN – Paris La Defense Arena, 26 Haziran
3 Şubat 2023Ticari markalara sevgi beslemeyi saçma bulsam da Hellfest, 2022 Haziranı için festival takvimini arka arkaya iki hafta sonu olarak açıkladığında, şahsen beni teselli etmek için büyük bir fedakarlık yapmışçasına sevindim. Ulan dedim, kral hareket be. Son iki buçuk senede çok çektik, ancak toparlanırız… Bu mükemmel sürprizin ve açıklanan grupların heyecanı biraz yatışınca, Övünç’le oturup düşündük. Koca on gün, nasıl gidilir nasıl finanse edilir? Biz plan yaptıkça Türk Lirası değer kaybetti, biz tasarruf ettikçe, daha çok çalıştıkça kriz daha da derinleşti. Fakat geçirdiğimiz sürecin psikolojik yükünü de muhasebeye dahil edince dedik ki, ne pahasına olursa olsun biz bu işi oldurmalıyız! Düz zamanda bile çok zorken bakalım şimdi nasıl olduracağız…
Yıllar önce Headbang’de festivale gitmek için nasıl hazırlık yapmak gerektiğinden bahsetmiştim. O yazının başlığına “normal şartlar altında” ifadesini eklemek gerek. O zaman vurgu yaptığım “aman tren biletlerini yolculuktan üç ay önce alın, otellere mail atın” falan gibi tedbirler, bütçeyi korumak açısından tabii ki hala geçerli. Ama fark ettim ki her şeyin yolunda gideceğine olan inancımızın itinayla ve devamlı olarak sarsılması, bünyede “olursa olur, olmazsa da koy götüne” efekti yaratmış. Bu sayede yola biraz daha kafa rahat çıktık.
Önce Paris, oradan Nantes derken 16 Haziran Perşembe sabahı Hellfest Bölüm 1 için festival arazisinin bulunduğu Clisson kasabasında trenden indik. Saatler öğlen 12, havalar 35 derece, shuttle kuyruğu 100 metre kadardı. Sırtımızda çantalarımız elimizde 20’şer kiloluk bavullarımızla kaldırım boyunca uzayan sırada yerimizi aldık. Birkaç dakika sonra, bir teyze gelerek kaldırıma bu kadar yakın dizilmenin tehlike arz ettiğini beyan etti ve bizi taşımaya karar verdi. Tabii ki kuyruk allak bullak oldu ve Övünç’le kendimizi bu sefer 200 metreye ulaşmış sıranın yine en sonunda bulduk. Hay sokayım, dünyanın en sakin kasabasında ne tehlikesi ablacığım! Dedik bu sıcakta dikileceğimize yürüsek mi? Yol uzun, elimiz ağırdı. Fakat önceki festivallerden ekip arkadaşımız Derin, 2019 yılında bu kutlu yürüyüşü gerçekleştirmişti. Bu bilgiyi hatırlamak bize can verdi, bir gaz koyulduk yola. Uğradığımız market pastane ne kadar esnaf varsa, bizleri tekrar gördüğü için çok mutluydu. Bonjour – bonjour, ça va – ça va bien diye millete selam ederek 45 dakikada dağ tepe aştık, saat bir olmadan son dönemeci dönüp, festivalin girişine yığılmış kalabalığa merhaba dedik. Dışarıda kurulan seyyar kafe – barlar önünde bira ve sosisli kuyrukları çoktan uzamış, temaşa başlamıştı. Kapılar öğlen ikide açılacaktı. Güneş yaldır yaldır yakıyordu ve biz crossfit dersinden çıkmış gibi geberik vaziyetteydik. Yüksek alkollü birer belçika birasıyla ilk saniyeden kafamıza sıkmak mı, insan gibi su içerek beklemek mi? İki seçenek arasında gidip geldikten sonra, insan olmaya karar verdik. Yurolar da cebimizde kalsın hem.
Eğlence, birliktelik ve müziğe kavuşmanın metal ahalisi üzerindeki olumlu etkisi barizdi. Zaten festival süresince sahneye çıkacak olan hemen her grup da aynı hissiyatı şevkle dile getirecekti “Sizleri çok özledik, burada olmayı çok özledik!” Ben de aniden kendimi başka bir boyuta ışınlanmış gibi hissettim. Birikmiş olan bütün heyecan ve beklentinin kafası bir anda geldi ve son güne kadar da geçmedi. Bu büyük bir lüks. Tutkunu insanlarla paylaşabilmek, bunun için mecra bulabilmek, bu mecralara ulaşabilmek. Bu hepimizin hakkı. Bunu kendi evimizde de elde edebilmeliyiz. Bir zamanlar olmuştu, neden yine olmasın?
Kapının açılmasını beklerken çevreme baktıkça, beni mutlu eden bir başka etken de insan çeşitliliği oldu. Burada kimse çok yaşlı, çok tuhaf, çok düz, çok “herhangi bir şey” değil. Kendini gerçekleştirme özgürlüğü, herkese tanınmış. Bir yoldaşlık, kabul ediş ve güven hissi hakim. İnsanların birbirlerine yaklaşım şekli hep çok olumlu. Elinde fazla olanı ikram etmek, sende beğendiği bir şeyi belirtmek, ya da saçma sapan bile olsa şaka yapmak seni güldürmek amaçlı. Üzerime sinen irkilme refleksini kapıda bırakabileceğimi bilmek; belki de bizleri buraya devamlı geri çağıran, müzik kadar bu güven hissi de.
Kapıların açılması ile festival başladı demek isterdim ama öyle olmadı. İçeri girişimiz, çadır alanına varmamız ve çadırımızı kurmamız, gerçekten çok çok sıcak bir güneşin altında gerçekleşti. Çadırı nihayet kurmayı bitirdiğimizde bütün şekil şukulumuz, postallar bileklikler çadırın çevresine saçılmış, don atlet kalmıştık. Çadırın tentesi altındaki minicik gölgeye sığınıp tansiyonumuz normale dönsün diye bekledik. Neyse ki Bölüm 1 için perşembe gününe planlanan önemli bir konser yoktu. O nedenle aceleye de gerek yoktu. Toparlanıp çadır alanından çıktı. Hellfest’te yeme içme için nakit para geçmiyor. Biz de bilekliklerimize Cashless noktalarından para yükledik. Artık birer birayı hak ettik. İlk önce, 1 euro karşılığı plastik bardak alıyorsunuz ve aklınız varsa bu bardağı festival boyunca sakım sakım saklıyorsunuz. Barlardan veya sırtında bira fıçısı ile gezen “saki”lerden bira almak istediğinizde bardağınızı uzatıyorsunuz. Bu uygulama beni yıllardır çok geriyor! Çevreyi korumak açısından iyi falan da içki içmediğim anlarda o bardağı ne yapacağım bana dert. Çantaya koysan içi toz pislik dolar, iç içe koysan birinin götü öbürünün içine değer, torbaya koyayım desen o torba ilk 5 dakikada kaybolur falan of! Anne gibi ha bire bardak yıkayıp duruyorum… Hellfest’te bira ölçüsü de biraz tuhaf, küçük bira 28 cl büyük ise 56 cl. Fiyatlara gelirsek: Yerel marka Kronenbourg’un büyüğü bu sene 6 yuro olarak belirlenmiş. Festivalde ağırlıklı olarak tüketilen de bu zaten. Biraz daha yüksek fiyata Grimbergen gibi ithal markalar da var. Ama tabii ki biz bu fiyatlara içmeyecektik!
Önemli konser yok dedim fakat bilet kontrolünden geçer geçmez girilen kısımda bulunan Hellstage sahnesi ve bu bölümden çadır alanına geçişi sağlayan uzun koridorda bulunan Metal Corner sahnesi, Perşembe günü boyunca ufak kalibreli gruplara ve “Air Guitar Yarışması” gibi eğlenceli etkinliklere ev sahipliği yaptı. Hatta Metal Corner sahnesinin son grubu, bir Youtube gitaristleri iş birliği olan Frogleap idi. Biz de Leo ve Rabea’yı canlı izlemiş olduk, hem de dev bir kalabalıkla. Konser bitip kalabalık dağılmaya başladığında, az ileride tanıdık bir yüz gördüm gibi geldi. Önce emin olamadım ama elindeki dövme şüphelerimi ortadan kaldırdı. Bir başka meşhur Youtube gitaristi, fasülye sevdalısı Bradley Hall da kankalarını izlemeye gelmişti. İçkinin bana verdiği yetkiye dayanarak koşup omuzundan kavradım “Oha sensin!” diye bağırdım. Minik cüsseli sempatik Bardley, abartılı davranışımı “o” olmanın verdiği ağırbaşlılıkla karşıladı, sağ olsun bizimle sohbet edip fotolar çekildi.
17 Haziran Cuma sabahı saat 8 civarı çadırın ısı olarak cehennem level’ına ulaşmasıyla beraber gün başladı. Hangoluk da vardı ama yapacak bir şey yok kendimizi dışarı attık. Öğlen Enforced dinlemeyi planlamıştım. Sonra Elder olabilirdi, Shinedown’a bir bakmak lazımdı. Gatecreeper, sonra Great Old Ones da vardı falan. Hiç birisi olmadı arkadaşlar. Çorak toprakların ortasında henüz öğlen olmadan hava 30 dereceleri geçmişti. Önce gölgeden gölgeye zıplayarak çadır alanından Metal Corner’a, oradan meydana, oradan festival girişine, oradan da içerideki koruluğa ulaştık. Bu bir km.lik yürüyüş anormal uzun sürdü. Basın mensuplarına ayrılan bölüme geçerek hangi grupların basın toplantısını yapacağını öğrenmeye karar verdik. Fakat gruplar “Biz basın çadırına girmeyiz, klimalı kulisten hayatta çıkmayız” dedikleri için cuma günü hiç toplantı yapılmayacaktı. Eh, aşırı derecede haklılar. Bu sırada basın ve VIP’in ortak kullandığı bölümde bulunan süs havuzu, Çinlilerin meşhur dalga havuzuna dönmüştü bile. Donunu sıyıran atlamış, küçücük küvet gibi şeyde üst üste insan yığılmıştı. Biraz ötede, minicik fıskiyeli havuza “bacaklarımı sallandırdım” bahanesiyle yanaşanlar bile tamamen çimmeye geçmişti.
Bir başka yayını temsilen festivale gelen arkadaşlarımız Nilüfer, Burak ve Kerry ile buluştuk. Yarım saatte bir “hadi ben bir kez daha deneyeceğim” diye gölgeden çıkıp gruplara koşmaya çalıştıysak da, gerçek anlamda sahnelere yönelmemiz akşam 5’i buldu. Koca gün sıcakta yanıp kül oldu resmen! Ama belirtmeden geçemeyeceğim: festival, içme suyu işini çok iyi çözdü. Her yerde sıra sıra içme suyu muslukları vardı. Yüz binlerce kişilik bir kalabalıkta, pek fazla beklemeden buz gibi içme suyuna ulaşabiliyorsunuz. Biraz da kamp alanına koysalar mükemmel olurmuş.
Fırsat bulur bulmaz, ilk görevimizi yerine getirmek üzere Lemmy’yi ziyarete gittik. Geçen senelerde de burada bir Lemmy heykeli ve sunağı mevcuttu. Ancak sanatçı Caroline Brisset’in bu yeni yapıtı karşısında insanın nutku tutuluyor. Dev heykel sadece Lemmy’nin bir tasfiri değil, bir sanat eseri. Eser, Lemmy’nin küllerinden bir kısmını barındırıyor. Altındaki sunak bölümüne ziyaretçiler pena atıyor, içki döküyor. Fotoğraflarını iliştirenler veya biraz daha kişisel olsun diye prezervatif bırakanlar da var. Biz de içkimizden bir kaç damla sunduk. God tarafından kabul ola.
Opeth’i uzakta ağaç altından da olsa görebildik. İzledim diyebileceğim ilk gerçek konser ise Offspring oldu. Dexter Holland sahne personasından da sesinden de hiçbir şey kaybetmemiş. Son derece enerjik başladı ve hiç yorulmadan çalıp söyledi. Noodles ile aralarındaki alış veriş acayip sempatikti. Şarkılar yeterince hareketli ama bu atışma performansa ekstra bir dinamizm katıyor ve izleyicinin dikkatini üzerilerinde sabitliyor. Offspring, festivale mükemmel bir başlangıç oldu. Ne kadar çok hit şarkıları olduğunu, geçmişimde nasıl önemli bir yer tuttuklarını hatırladım.
High on Fire’ı aşırı görmek istiyordum ama Mastodon ile çakıştığından ve Mastodon tam önümde çalmaya başlamış olduğundan, kendimi ayırıp çadır sahnesine gidemedim. Mastodon için ne denilebilir? Daha önce ülkemizde de ağırladık, aranızda canlı izlemiş arkadaşlar mutlaka var. Kötü bir Mastodon konserine denk gelen oldu mu? Mastodon her şeyiyle iyi yağlanmış bir metal makinesi gibi. 2015 yılında çadır sahnesinde izlemiş, yine vay babayın kemiği demiştik ama ana sahnenin sisteminde sludge doom soundlarını geniş ve pırıl pırıl duymak acayip oldu. Hushed and Grim’in genel havası beni tatlı tatlı bunalıma sokmuştu ancak albümden 6 şarkı çaldırlar ve canlı dinlemek bambaşkaymış. Melankoli dağıldı, sıcak ve nostaljk bir his yarattı. Bu arada saat 8 olmasına rağmen ısısından hiç bir şey kaybetmeyen güneş sahneye tam karşıdan vurmaktaydı. Özellikle Brann Dailor hem davulunu dövüp hem de vokal yaparken ölüverecekti. Sahneden indiğinde muhtemelen yanık ünitesine kaldırdılar.
Festivallerin vargeçilmezi Primordial‘ı izlemeye geçtik. Bu yazıda çokça şikayet edeceğim bir mevzuya gelelim şimdi: Aynılık. Bu aynılık hastalığı mantar enfeksiyonu gibi bazı grupları sarmış ve boğmakta. Primordial da bunlardan biri. İzlediğim her bir konseri gibi, bu da diğerleri ile aynıydı. “Where Greater Men Have Fallen” bir başyapıt. Konseri bunla açmaları da tokat gibi hareket, tamam. Yayınladığı son albüm 2018 tarihli, haliyle setlist yaklaşık aynı olacak, tamam. E hitlerini çalmasınlar mı? O da tamam. Ama burası da en azılı metal fanlarının buluşma yeri. Primordial’ı belki 10 kere izlemiş insan vardır. Neden bir daha izlesin sorusuna bulun bir cevap işte! Nemtheanga inanılmaz karizmatik hatta iyi anlamda korkunç bir frontman. Yap bir şeyler uzun adam. Bu derece kendine özgü müziği sahnede de enteresan kıl işte.
Bu arada festival süresince mesajları ile yanımda olan, sohbetini esirgemeyen Cem Çetinok’a da buradan teşekkür etmek isterim. “Şunu sakın kaçırma, bunu Arte canlı yayınlıyor ben de sizle İstanbul’dan izliyor olacağım, siz izlemediniz o şöyle geçti” diye konuştuklarımızı şimdi düşününce, orada yanımdaymış gibi canlanıyor gözümde. Ona “Abbath delisini asla kaçırmam” demiştim, kaçırmadım. Kendisinin huzuruna çıktığımızda kafam kırılmış ve tam Abbath moduna girmiştim. Yine hem Immortal’dan hem kendisinden ortaya karışık bir setlist çekti. Çadır sahnesinin atmosferini kıpkırmızı kana boyadı. Cozuttu ama saçmalamadı, tight çaldılar ve o da mükemmel söyledi.
Saatler Deftones‘u gösterdiğinde ana sahne önündeydik. İnce ledli ışıklarla dizayn edilmiş sahne dekorları basit fakat etkiliydi. Alt-metalin kralları kendi kulvarını yaratmış, yıllarca kendini tekrara düşmeden ama tarzını bozmadan inanılmaz işler çıkarmış bir ekip. Sahnede soundları gümbür gümbürdü. İnsan canlıda My Own Summer’a Change’e falan nasıl karşı koyabilir. Tek problem bu bombalara eşlik ederken, Chino’nun nakaratlarını söylemediğini fark etmek. Sesi konser boyunca dalgalandı, dik noktalara çıkmayı denemedi bile. Biraz dikkat dağıtıcı ama, eldeki malzeme bu ise, dünya gözüyle izlediğimize şükredip geçeceğiz.
Çadırda Electric Wizard‘a doğru yol aldık. İşte sahneye çok yakışan, ününü hak eden bir grup daha. İçerisi tıka basa insan doluydu. Sis makinesi ile tüttürenlerin dumanları birbirine karışmıştı. Sahne arkasındaki perdede oynayan renkli – ritüelli – seksli göresellerle birlikte ortama gerçek üstü bir atmosfer hakimdi. Şarkı half time’a düştüğünde insanın kalbi yavaşlıyor gibi oluyor ya, 6 saat çalsalar 6 saat dinlenir.
Gecenin son konseri olarak Mayhem izlemek istediysek de olduramadık. Çadır tıklım tıkış dolmuştu, sağdan soldan yanaştıysak da ne görmek mümkün oldu ne de duymak. Dışarıda kurulu ekranlardan izleyenlerin arasına katıldık ama o sırada sarhoşluğum black out mertebesine ulaşmaya başlamıştı, sonunu hatırlayamıyorum. Bir tek Mayhem bittiğinde “Dj Mike Rock çalıyor ona da bakalım!” diye tutturduğumu hatırlıyorum. Bu Mike Rock hakikaten büyük olay. Adam, bir metal dj’i olarak dünyayı gezen tanıdığım tek şahsiyet. Dünya dediysem ciddiyim, Japonya falan. “Hellfest Resmi Dj’i” sıfatıyla tanınıyor. Öyle güzel coşturuyor ki, buralara gelse konser gibi gidilir.
18 Haziran Cumartesi sabahı, günün headlinerlarının sound check sesleri (ne kadar tatlış) ve komşumuzun darbeli matkap gibi horlama sesi (al canımı allahım) ile güne başladık. Yan komşularımız iki çadırlık Meksikalı bir ekipti. Bütün gün ese, cabron diye tatlı tatlı muhabbet edip sıcak bira içtiler. İnsanda Sons of Anarchy evrenindeymişiz hissi oluşuyor. Fakat bu horlayan arkadaşlarını döner dönmez doktora götürmeleri lazım. Yoksa uyku apnesinden vefat edecek.
Yüzmüzü bile yıkamadan telefonlardan hava durumu app’lerimize saldırdık ama internet bağlantısı festival boyunca bok gibi olduğundan bilgiye ulaşamadık. Cayır cayır güneş biraz ip ucu veriyordu. Ancak biz umutluyduk, dünkü kadar berbat olamaz canım deyip çıktık. Sonra arkadaşlarla buluştuk. Dediler ki “Bugün zaten en sıcak gün. 41 derece olacak” dedim ki benimle oynamayın. Bana kötü şakalar yapmayın. Şaka değildi. Me and That Man, Einherjer, Heaven Shall Burn, Alestorm, allahım Exciter! Bırakın bunları izlemeyi, çıkıp nasıl çalabildiler onu bile bilmiyorum. Konser izleyicileri itfaiye ekipleri tarafından gün boyu sulandılar. Ama sadece ön bir kaç sıra bundan faydalanabildi. Kalanlar teker teker Bodrum’da Marmaris’te görmeye alışık olduğumuz istakoz turiste döndüler. Malum, izleyicilerin çoğunluğu akça pakça Avrupa halkları. Devamlı kendilerini, birbirlerini, sağdaki soldaki insanı kremlediler. Ama 50 faktör bu güneş karşısında çıtır çerez kaldı.
Güne ancak akşam saatlerinde Steel Panther ile başlayabildik. Basçı Lexxi Foxx’un ayrılışından sonra ilk görüşmemizdi. Tabii ki o grup dinamiği azıcık bir şeyler yitirmiş. Fakat panterler yine canavar gibiydi. Michael Starr, meşhur Ozzy taklidini iyice ilerletmiş. Hatta Satchel’ın Crazy Train sonrası dediği gibi “Benim Randy Rhoads taklidim bire birdi ama, öyle bir de solist bulmuşuz ki sanki Ozzy ile David Lee Roth’un bebeği”
Sıra Megadeth‘e geldi. Bakalım dedim asabi kızıl bugün ne arızalar yapacak. Hem bugün hem de haftaya yine burada izleyeceğim için merak içindeydim. İkisi arasında ne fark olacak diye. Dave sahneye enerjik çıktı. Hangar 18 ile tetiği baştan çekti. Aydınlık saatlerde sahnede olmanın verdiği hafif bir havaya girememe var gibiydi. Grubun en sevmediğim şarkısı olan A Tout Le Monde, yalnızca ama yalnıca Fransa’da tahammül edilebilir, hatta “güzel” geliyor. Durgun Fransız seyircisi nakaratta cana geldi. Fakat tüm konsere damgasını vuran yine aynı dert oldu: Dave vokal performansı olarak tükenmiş durumda. Söyleyemeyişini çeşitli teknik şikayetlerle maskelemeye çabalıyor. Nakaratlarda mikrofondan uzaklaşıyor. Şarkı bitiminde mikrofonu işaret ederek sağa sola “Bu rezalet nedir yahu!” mealinde el kol hareketleri yapıyor. Mikrofonda bir bok yok işte, görüyoruz. Bu sorunun bir çözümü de yok. Gittiği yere kadar sahneye çıkacak çünkü Megadeth = Dave Mustaine. Sesi çağlayan gibi gürleyen bir frontman alsın da arkada gitar mı çalsın? Olmaz ki. Şu an grubu hem teknik hem de moral olarak sırtlayan kişi, güler yüzlü gitar makinası Kiko. Aman gözünü seveyim sexting yaparken yakalanma.
Sepultura da Megadeth’in hemen arkasından sahne alacaktı, ama çadırda! Bu gerçekten Hellfest’in verdiği en saçma karar olmuştu. Sepultura’yı görmeyi bırakın, çadıra yaklaşmayı bile bırakın, insanlar o kadar taştı ki festival alanının ortasında dev bir kara delik oluştu. Sepultura’yı ekranlardan bile göremedik, konser bitene kadar festivalin çıkış kapısına bile ulaşamadık. Keşke izleyebilseydik. Zira yalnızca bir kaç gün sonra Andreas’ın eşi vefat edecek, Sepultura bir daha aynı Sepultura olmayacaktı.
Ana sahnede Deep Purple izlemek için oldukça arka cenahlarda yerimizi aldık. Benim gönlüme pek yakın değiller de, işte saygıdan. Fakat aklım bir sonraki headliner’daydı. Deep Purple konseri sonlara yaklaşırken hazır pozisyona geçip, konser bittiği gibi dağılan kalabalığı yararak yan sahne için önlere yaklaşmayı planladım. Bu arada ellerimizde büyük bira bardağına doldurulmuş Sailor Jerry romlarımız da hazırdı. İlk günden anlaşıldığı üzere bardağı 6 yurodan bira ile sarhoş olmak mümkün değildi. Fiyatı bir yana, burada satılan birada bir tuhaflık var. İster sabah 9’da iç, ister aç karna ister sıcak iç asla ama asla gözle görülür bir etki yapmıyor. Yaptığı da çok kısa sürüyor. Biz de festivale gelmeden önce çantamıza bir şişe rom atmıştık. 3-4 bardak bira fiyatına gelmişti, mantıklı. Gittiği yere kadar ondan nemalanacaktık.
Ghost, alışılageldiği gibi muhteşem bir sahne dekoru önünde yerini aldı. Fakat o da ne! Gitaristler var, basçı var, davul ve Papa’mız var, o kadar! Lüzumsuz Ghoulette mulet gibi ağırlıklar 10 basamaklı balkonlu Broadway sahnesi gibi şeyler yok. Sevinçten ağlayacak gibi oldum. Tobias kankaları ile mahkemelik olup grubu dağıttıktan sonra özellikle Prequelle turnesinde işin bokunu çıkarmıştı. Sahnedeki kalabalık alıp başını gitmişti, tef çalanlar falan. Şimdi özüne dönmüş. Yeni ekip kim bilmiyorum ama onlar da olmuş. Griftwood sırasında sahneye çıkan “Sisters of Sin” adlı rahibeler korosu kısa ve tatlıydı. Bir de Papa Nihil’in cam bir tabutta sahneye gelişi, bir kaç saniye saksafon çalıp gidişi hoş ve yeterli oldu. Sadece Tobias performansın başından itibaren vokal sorunları yaşadı. Sesi dalgalandı fakat bir buçuk saatlik performansı tatmin edici bir şekilde çıkardı. Yalnızca finalde Square Hammer dinleyemedik çünkü “benden bir şarkı daha çıkmaz” dedi, veda etti. Senin güzel canın sağ olsun hayvan gibi eğlendik zaten. Git ıhlamurunu iç yat.
Hemen ardından yan ana sahnede Airbourne başladı. Bakın ben bu grubu her yerde savunmuşum, övmüşüm. Röportajlar yapmışım, yeri gelmiş bunlar için Oslo’lara gitmişim, hastasıyım. Cidden günümüzün en eğlenceli en sıkı hard rock gruplarından. Gecenin 1’i olmuş, Ghost bizi zaten yükseltmiş, tam modundayız. Ama konserin başlaması ile bana bir düşüş geldi. Çünkü açılıştaki Terminatör temasından siren sesine, Joel’in güvenliğin sırtına çıkıp ön sırayı gezmesine, kafasında kutu bira kırmasına kadar her şey önceki her bir konser ile aynıydı. Tamam böyle arka arkaya sayınca çok eğlenceli gibi ama koca bir kariyerden söz ediyorum. Bir grubun her konseri fotokopi olamaz ya. Neyse sinirlendim ama sinirli bir şekilde izledik, en önde olmanın verdiği bir sorumluluk da var.
Gecenin finali için basın kısmına geçip atari salonlarından alışık olduğumuz makinelerde oyun oynadık. Yan makineye dolu bira sürahisini bırakıp giden kardeşlerimize, buradan bir kez daha minnetlerimi sunmak istiyorum.
19 Haziran Pazar, havanın insanı öldürmeyecek ısılara yani 28-30 derecelere düştüğü ilk gündü. İçimizde ayı gibi birikmiş bir hevesle ve 3 kat güneş kremi ile alana koştuk. Günün ilk performansı, ilk kez canlı izlediğim Battle Beast oldu. Ana sahnedeki Finli grup aslında deneyimli bir ekip. Power metale selam çakan heavy grubun solist Noora Louhimo’nun şarkı söyleyişinde öyle bir rahatlık var ki sanki o cayır cayır ses ondan çıkmıyor. Üstelik de asla haz etmediğim operatik vokal tarzını benimsememiş. Senin ağzına sağlık. Böylece yeni bir grup keşfetmiş oldum.
2013 çıkışlı Regarde Les Hommes Tomber en çok merak ettiklerimden biriydi. Çadır sahnesine döndüğümüzde yine dev bir kalabalık bizi karşıladı. Fransızlar “Ulan bu zaten yerli grup, her gün izleriz. Şu yabancılara akalım” demiyorlar. Hommes’i bu nedenle ancak yandan az buçuk izleyebildim. Sahnede bir canavar vardı. Nefessiz bir post-black metal ama melodik. Vokalist Thomas içerideki enerjiyi kusursuz yönetti. Keşke gece saatlerinde çıksalardı, müzik hiç dış efekte ihtiyaç duymadan tuhaf, dünyanın sonu atmosferi yaratıyor. Nantes çıkışlı bu ekibi göz ardı etmemek lazım.
Böyle genç, çığır açıcı ve yaratıcı müzisyenlere karşın, “yetti gayrı” etkisi yaratan sanatçılar da vardı. Doro Pesch ana sahnedeki süresinin zannediyorum dörtte üçünü Arnold Schwarzenegger aksanıyla “all – we – are” kelimelerini tekrarlayarak ve de kalabalığa hey hey çektirerek yedi, yevmiyesini alıp gitti.
Müziğine yükselmesem de performansını merak ettiğim bir başka ekip Twin Temple idi. Sahneye çok şık kırmızılı siyahlı satanik – pin up tarzı dekor ve kostümlerle çıkan karı koca ikili Alexandra ve Zachary James rock n roll ve doo-wop yapıyorlar. Konsere Ghost’tan çakma gibi duran bir ritüel havasında başlıyorlar. Ana temaları ataerkil sistemi, homofobiyi, cinsiyetçiliği lanetleme ve cehenneme yollamak. Alkış. Kendilerini satanik olarak tanımlıyorlar. Birkaç şarkı için sevimli, çok uzadı mı tekrara girmiş gibi geliyor. Genç arkadaşlarım anne babalarına çok rahat iteleyip onları dinden imandan kolayca çıkartabilir.
Bu arada acıkan karnımızı doyurmak için her sene Hellfest restoranlarından faydalanırken, bu sene krizin de etkisi ile pizzaya burgere el süremez hale gelmiştik. Ne yersen ye, bir porsiyon yiyeceğin fiyatı 10 yuro altına inmiyor. Üstelik almak için dakikalarca sıra baklemek gerek. En kötüsü de doyurucu değil. İki saat içinde yine acıkıyor insan. “Markete gitsenize, çok uygun fiyatlara yiyecek alışverişi yaparsınız. Hem de acayip ortam var.” diyerek bizi mevzuya uyandıran arkadaşlar sayesinde yeni bir sisteme kapılarımızı açtık. Aslında yıllardır marketten eli kolu dolu dönen festivalcileri görmekteydik. Ama çok uzak sanıp üşeniyorduk. Sıcak bira içmek de işimize gelmiyordu. Fakat ekonomik kriz “bir kere geliyoruz tadını çıkaralım” mantalitesinin sonunu getirdi. Tabana kuvvet biz de yürüyecektik. Kamp alanının arka kapısından çıktık, 10 dakika yürüyerek E.Leclerc adlı dev markete ulaştık. Ve kapıdan girmemizle, marketten yeme içme uygulaması festivalin olmazsa olmazları arasına girdi. Burası 3M Migros’tan daha büyüktü ve vıyıl vıyıl metalci doluydu. Her yanı festival teması ile süslenmiş, bizleri sanki festival alanından hiç çıkmamışızı gibi hissettiriyordu. İçeride taze ve tertemiz yıkanmış salata, kıymalı raviyoli konservesi, hardal soslu balık gibi gıdalara, çikolatalı kruvasanlara, porsiyonu bir yurodan ulaşınca biraz kafayı yiyecek gibi olduk. O sırada Sailor Jerry tişörtlü alnından öpülesi bir beyefendi yanıma gelerek, “Romlarımız indirimde, bir şişesi 11,90 ama bu kuponla 50 cent daha indirimli alabilirsiniz” dedi. Aklım başımdan gitti. İki biradan daha ucuza Karayip Korsanı gibi içebilecektik.
Gaahl’s Wyrd ile çakışan Jinjer için bir seçim yapmak yerine ikisini de yarım yarım izledim. Jinjer ana sahnede kalabalığı en çok toplayanlardan biri oldu. Zaten bir kaç gündür Ukraynalı ekibin sarı mavi Ukrayna Bayrağı temalı turne tişörtlerini görüyordum. Ancak anlamadığım bir sebeple dev ekranlara performanslarını yansıtmadılar. Sahneyi görebilen izledi, kalan çoğunluk yalnızca dinledi. Ben hastası değilim ama Övünç’ün dediğine göre her zamanki gibi kusursuzmuş. Gaahl ise, kendisinin de özetle ifade ettiği gibi garipti. Gaahl bizzat durgun bir karakter, aurası da bana yoğun hatta gergin geliyor. Çılgın bakan gözlerini saymazsak çok fazla iletişim kurmadı. Sırf bizle değil kendi grubuyla da. Albüm kapağı görseli önünde tek kelime ile ağır bir konser verdiler.
Yine bir seçim vakti gelmişti: Korn, While She Sleeps ve Misery Index aynı anda sahne alacaklardı. Övünç WSS için Warzone sahnesine koptu ben ise tabii ki Misery Index için çadır sahnesine. Kalabalığın büyük kısmı Korn tercih ettiğinden, Misery’yi el ele göz göze bir yakınlıktan deneyimledim, hem de çok kalite bir ekiple. Sahneye çıktıkları anda tekme tokat bir konser başladı, kalabalık resmen ateşlendi. Haliyle circle pit’i crowd surf’ü bol oldu. Circle pit’te dönenlerden biri, manitası kucağında konseri izleyen bir çiftin yanına gitti, kıza bir şeyle söyledi, sonra kızı kendi kucağına alarak circle pit’e geri döndü. Üç – dört tur kızı döndürüp, manitasının kucağına geri bıraktı. Bu mükemmel hizmetten ben de faydalanmak için hemen el kaldırdım ama beni alan olmadı. Mark Kloeppel de pandemiden sağ çıkabildiği için çok mutluydu. Samimi cümlelerle tekrar burada olmanın ne kadar harika olduğunu ifade etti. New Salem’ı ilk kez canlı olarak duymak epikti.
Çadırdan çıktığımda uzaktan A.D.I.D.A.S. duyuluyordu. Eşlik ederek yürümeye başladım. Sonra içgüdüsel bir tepkiyle kendimi susturdum. All day I dream about sex diyerek yürümenin başıma iş açacağı, yazılımıma silinemez şekilde işlemiş. Sonra nerede olduğumu hatırladım. Kendim olup rahat hareket ettiğim için kimseye cinsel münasebet borçlanmadığım yerdeydim. Kısaca cennet diyebiliriz. Daha yüksek sesle eşlik etmeye başladım.
“Yıllara meydan okuyan” deyimini en çok hak eden kişi Rob Halford. Judas Priest vakti geldiğinde, yine tanıdık ama katmanlı ve zengin bir sahne dekoru ile karşılandık. Türkiye’deki konserlerini izleyenler hatırlayacak, zımbalı janjanlı kostümler, sahneye motosiklet ile gelmeler falan aynı. Ama Rob baba baş tacı olduğundan, o metal için yapması gereken her şeyi fazlasıyla yapmış bulunduğundan onu “aynılık” ile suçlayamam. Sesi de hayvan gibi çıkıyor. Şarkı aralarında sahne arkasına gidip hem soluklandı hem kostüm değiştirdi, sonra çıkıp babalar gibi her şarkıyı baştan sona söyledi. Setlist klasik ve eksiksizdi. Neşesi yerindeydi. Zaten Instagram hesabını takip edenler, yaşama sevincine şahit oluyordur. İyi ki emekli olmadın kral. Götsüz pantolonlarınla bin yaşa.
Priest’in ışıltılı, seksi, yaşama sevinci dolu dünyasından, Event Horizon’daki kaos evrenine geçiş yapmanın vakti gelmişti. Gojira sahnesi kurulurken, on binlerce hayran sahne önünü tıka basa doldurdu. Metallica’ya kadar (Guns N Roses da dahil) böyle bir kalabalık toplanmayacaktı. Gojira, inanılmaz. Gojira bir grup değil bir organizma. Gojira modern metalin en büyüğü. Gojira karşısında eğlenmek söz konusu değil. Ancak saygıyla durup müziği absorbe etmek mümkün. Konserin başlaması ile dünya silindi, çevremdeki kalabalık yok oldu. Artık sadece onlar ve ben vardık. Kırmızı ağırlıklı ışık dizaynı, sade sayılabilecek bir dekor ve bol duman efektiyle hipnotize olduk. Müziğin haricinde herhangi bir şov içermediği halde gözlerimizi ayıramadığımız bir setti. Yeni albüm ağırlıklı konserde neyse ki Magma da es geçilmedi. Fransızca muhabbetleri tabii ki anlayamadım ama zaten Joe da sohbeti kısa tuttu. Hakikaten evrendeki en ağır madde Gojira.
Gojira sonrası azıcık gerçek dünyaya dönelim dedik ve yine kendimizi arkada atari makinalarında bulduk. Oyuna fazla kaptırıp Watain‘i kaçırmayalım diye de saati takip etmek için telefonumu joystick’in önüne dayadım. Vakit uçup gitmiş, Watain’in girişi kaçtı mı falan derken telefonu orada bırakıp gittik!
Çadıra girdiğimizde Watain başlıyordu. Sahne şimdiden alev alevdi. Erik dev trident’leri yakmak için elinde meşalesiyle sahneye çıktı, dekoru güzelce yaktı. Konser boyunca birkaç yerde detone oldu. Fakat bu yalnızca bizler için bir konserdi, Erik için ise bir ritüel. Kendisi be bunu “Bu sahne bizim tapınağımız” sözleri ile teyit etti. Şarkı aralarında davulun önüne kurulu altarının başına gidip durdu. O, arıza adamlarla dolu black metal dünyasının en yoğun, en tutkulu aktörlerinden. “Black Flames March” öncesinde birkaç dekoru daha ateşe verdikten sonra yanan hayvan gibi meşaleyi sahneden seyircilere doğru fırlattı! Gözünü bile kırpmadan. Direkt seyircinin üzerine. Meşale seyircileri tutan demir ile sahne arasındaki boşluğa düştü. Hemen bir görevli, yanmakta olan meşaleyi kapıp tam önümüzden geçerek açık havaya çıkardı, üç beş kişi su dökerek alevi söndürdüler. Demirlerde duran herkes olayı görmüş olmalıydı ama şoka giren tek kişi bendim. Açık havada olsak neyse, çadırdayız lan. Zaten “Ölmeye hazır mısınız?” diye sorup duruyordu. Yani prensipte hazırım ama şu festival bir bitseydi.
Bu manyakça anları, Erik’in elini neredeyse bir dakika boyunca ateşe sokup sabit tutuşunu görüntülemek istediğimde telefonumun olmadığını fark ettim. Koşarak bıraktığım yere dönüp sağa sola sorduk bakındık ettik ama telefon gitmişti. Acayip canım sıkıldı. Bugün ilk bölümün son günü yarın Nantes’a yola çıkacağız. Airbnb rezervasyonu, mobil bankacılık, dönüş uçağı boarding kartı her şey telefonda! Övünç dedi ki, “Burada telefon çalınmaz, bulan kişi güvenliğe vermiştir. Yarın sabah çıkar.” Telefonum da ayıptır söylemesi boktan model. Övünç’e inanmayı seçtim ama alkolün verdiği duygu yoğunlaşması ile bir iki damla ağlamış olabilirim. Gece rüyamda telefon peşinde koşup durdum. Ben faydasız bir şekilde rüyalarda koşarken Övünç sabah erkenden kalkıp giriş kapısındaki güvenliğe sormuş. Onlar da Övünç’ü kayıp eşya bölümüne yönlendirmişler. Tabii ki tek salak ben değilmişim. Hatta o kadar çokmuşuz ki bulunan telefonları markalarına göre kutulara ayırmışlar. Övünç’e marka sorup doğru kutuyu vermişler, buradan bul demişler. O da hemen bulmuş. Sonra da şifresini girip telefonu aç demişler. Açtığını teyit edince de haydi geçmiş olsun deyip yollamışlar. İnsan burada güvende hissetmez de nerede hisseder acaba!?
Bölüm 1 bu hislerle sona ermişti. Bölüm 2 ise 23 Haziran Perşembe günü start alacaktı. Aradaki günlerde Nantes’da kalacak, tesisatı olan bir duşta yıkanacak, gerçek bir yatakta yatacak, gece çişimiz geldiğinde otlara değil tuvalete işeyecektik. Bu arada çadırımızı, kamp malzemelerimizi, dev bavullarımızı olduğu gibi Hellfest’in kamp alanında bırakacaktık mecburen. İlk günler bu iş bana az da olsa endişe vermişti. Ama yaşadığım telefon hadisesi, burayı gözümde bir kat daha güvenli kıldı. Çadırın fermuarını çekip çıktık. 3 gün sonra döndüğümüzde, kampımızın kılına dahi dokunulmamıştı. Huzurla uyu Jean Jacques Rousseau, toplumsal sözleşmen emin ellerde.
23 Haziran Perşembe günü, yine trenden inip yürüyerek festivale geldik. Ama artık akıllanmış olduğumuzdan önce markete uğradık. İndirimli romlarımız başta olmak üzere bol erzak yüklendik. Torbaları sırtlayıp yolluklarımızı içerek öğleden sonra saatlerinde partiye yeniden dahil olduk.
Ortama yeniden adapte olmak için alık gibi bakınıyordum. O sırada Övünç “Şu Steve Vai değil mi?” diyerek bizi ana sahneye yönlendirdi. Vai olsun, Malmsteen olsun gitar virtüözlerini sek dinleyemiyorum, dolayısıyla müziklerine hakim değilim. Ama Steve hem geçmişi hem acayip sempatik olması hem de çekiciliği ile kendini izletiyor. Çalımını övmeye çalışarak kendimi mahçup etmeyeceim.
Zeal & Ardor‘ın sahneye çıkışını kaçırdık ama çadıra girdiğimizde yeni hız alıyorlardı. En son Devil is Fine turnesinde izlediğimizde, atmosferik ama düşük tempolu bulmuştum. Stranger Fruit bende çok etki yapmamış, Wake of a Nation ise grubu kesinlikle bir adım öteye taşıyan bir albüm olmuştu. Bu konserde performanslarını da bir adım ötede buldum. Sahne sound’u albüme göre daha yüksek ve zengindi. Grubun voodoo büyüsüne çabucak kapıldık.
Whitesnake benim için gecenin ana grubuydu. David Coverdale da nereden baksanız Rob Halford gibi bir kültür mirası. Onunla her deneyim altın değerinde. Ön saflara yerleştik. Özellikle gruba yeni giren ve saçma sapan tartışmalara muhatap olan Tanya O’Callaghan’ı izlemek istiyordum. David, tüm diğer veteran gruplardan farklı bir uygulamayı devreye sokmuş. O da vokal yapmakta, tiz noktalara çıkmakta zorlanıyor. Bu acı gerçeği kabullenerek gruba Dino Jelusick gibi bir cevheri dahil etmiş. Dino, kağıt üzerinde klavyelerden ve geri vokallerden sorumlu. Ancak grup çok güzel prova yapmış ve Dino, David’in sesinin yetmediği tüm noktalarda esas vokal görevini hissedilmeyecek ani geçişlerle ondan alıp kusursuz şekilde üstleniyor. David baba tüm rockstar güzelliği ile en önde şovunu yapıyor, bizlerle sohbet ediyor. Dino ihtiyaç duyulan yerlerde açıkları kapatıyor. Mükemmel uygulama. Tanya’nın bas gitaristliğini değerlendirebilecek teknik bilgiye sahip değilim ama ondan da gözlerimi alamadım doğrusu. Objeleştirmek istemem ama hayvan gibi güzel kız. Konserin başlarında David “Ee Steve Vai’yi izlediniz mi? Tam bir şerefsiz değil mi?” diye eski silah arkadaşından söz açtı. Dedim az daha kaçıyordu, beyim sağ olsun izledik. Konserin sonunda, Still of the Night’a eşlik etmesi için sahneye Steve’i çağırdığında izleyenler olarak heyecandan altımıza kaçıracak gibi olduk. Hem de dünyanın en güzel anonsu ile: “Once a snake, always a snake!” Ulan, adam zaten Steve Vai olmuş ama, bir kariyer böyle mi güzel taçlandırılır. Ek olarak Tommy Aldrige’in insan değil android olduğunu teyit edebilirim. Yine davulu düşmanını döver gibi dövdü, zerre yorulmadı.
Helloween, sahneyi gizleyen dev perdenin arkasında konsere hazırlandı. Saati geldiğinde perde düştü ve dev balkabağı üzerindeki davul setiyle, arka plandaki sinema perdesinde her şarkıya özel görselleriyle, Michael Kiske, Kai Hansen ve Andi Deris ile karşımızdaydılar. Bir de Sascha Gerstner’in dünya çirkini Viv marka gitarı. Grubun fanları bir an bile susmadan her şarkıya eşlik etti. Setlist klasiklerden oluşuyordu. Birkaç şarkı eğlenmeye çabaladım ama aklımda dönüp duran bir anı beni rahat bırakmadı; Çağlan’ın hastalandığını öğrendiğimde ilk aklıma gelen düşünce: “Umarım yaz gelmeden önce ayağa kalkmış olur, festival sezonunu yatakta geçirmek çok canını sıkar.”
Hellfest ana sahneye daha önceleri çıktığında, hatta veda turnesinde Türkiye’ye geldiğinde bile izlemediğim Scorpions‘ı artık dedim izleyeyim, kaçış yok. Tahmin ettiğim gibi durduk yere üzüldüm. Klaus baba rocstar kıyafetlerinin içinde boncuk gözlü bir dedo artık. Rockstar olmayı bırakmak istemiyor, kim ister ki. Ama görevini ifa edemiyor. Sesi çıkmıyor ama sırf o da değil. Hareketlerinde bir kırılganlık var, seyici ile muhabbet etmeye çabaladığında bile yoruluyor.
Kardeşim Gözde’nin çok sevdiği Heilung bana bir iki şarkıdan sonra dikkat dağıtıcı geliyordu. Ama şekil şukul olarak Blair Witch – Midsommar arası tekinsiz pagan dünyaları sahneye taşıdıkları için canlı izleme fırsatı asla kaçmazdı. Çadıra girdiğimizde olay başlamıştı. Sahne epey kalabalıktı, gruptan olduğunu bildiğim üç kişiyi çıkarabildim, sonra kafam karıştı. Zaten bu folk oluşumda herkes kostümlü ve bir enstrümandan çok bir rol üstlenmiş durumdalar. Metal festivallerinde sık sık orta çağa ışınlandığımız oluyor ama bu sefer ilk çağlara gittik. “Chant”ler edildi, insanlar kurban edildi, tütsüler yakıldı. Çıplak gözle izleyince bu takım girişimlerin boktan görünme tehlikesi çok yüksek. Size çok net garanti ederim ki Heilung’un sahne performansında cringe ya da boktan tek bir an bile yok. Her anı otantik. Her ayrıntısı mükemmel düşünülmüş ve belli ki yüz kere prova edilmiş. Konser bittiğinde kendime gelmem zaman aldı.
Hemen ardından start alan Jerry Cantrell için koşa koşa yan çadıra geçtik. Ne kadar neşeli olursam olayım Alice in Chains’in ağzıma sıçma süresi maksimum 30 saniyedir. Jerry de sağ olsun direkt AIC coverlarını arka arkaya dizdi. Gerçi biz de onun için buradaydık, yalan olmasın. Bir süre sonra Layne Staley’nin karşımda olduğuna yemin edebilirdim. Artık Down in a Hole’da “yeter vurma öldük” seviyesine ulaşmıştım ki Övünç’ün fotoğraf çekmekte olduğu ön kısımda bir karmaşa fark ettim. Övünç’ün basın sıfatıyla fotoğraf çektiği boynundaki kartta görülüyor. Buna rağmen en önde olmasına ve ayı gibi uzun boylu olmasına rağmen bir izleyici “Buradan geçemezsin! Bütün fotoğrafçılar önüme geçip geçip fotoğraf çekiyorlar, bıktım! Senin geçmene müsaade etmeyeceğim” diye bağırarak Övünç’ü itmiş. O da yapılması gerekeni yaparak görevlilere durumu bildirmiş. Bir başkasına fiziksel müdahale bulunmak asla tolere edilmiyor. Görevliler herifi tutup götürdüler, festival alanı dışına çıkardılar. Bu arızayı yapan tabii ki buranın yerlisi değil, yabancı bir turistti! Ve bu olay tüm festivalde yaşadığımız tek tatsızlıktı.
Artık o kafadan çıkmış bulunduğumuz için, devam etmekte olan Therion‘a bakalım dedik. Sound’un netliği bir anda gözlerimi açtı. Grubun üçlü vokalleri kaosa kurban gitmeden tertemiz duyuluyordu. Grup sahnede acayip hareketliydi. Hayranları ile sahne önünden devamlı yakın iletişimde olduklarından içerinin enerjisi hiç düşmedi. Chiara Malvestiti’nin kuzgun kanatlı kostümünden de ayrıca gözümü alamadım. To Mega Therion ile veda ettiler, ama çığlık kıyamet seyirci grubu salmak istemiyordu.
24 Haziran Cuma günü, festivalin elektronik – endüstriyel günü olarak belirlenmişti. Geçen hafta sonu Hellraiser gibi vücut derilerimizi soyan hava, bu hafta sonu bol bulut vaadediyordu ama onun da ayarını kaçırıp nuh tufanına bağlayacak, yine günümüzü bok etmeyi başaracaktı. İnternet hala çalışmadığından bunu bilmeyerek güle oynaya çadırdan çıktık.
Ana sahnede Health‘e rastladığıma çok memnun oldum. Noise – endüstriyel grup, öğlen iki için çok saçmaydı. Fakat grubun özgün bir damar yakaladığı o kadar ortada ki, sahneye çekildikçe çekildim. Canlı performansta 3 kişi bu gürültüyü nasıl yapıyorlar diye ağzım açık bakarken bir miktar da dans etmiş olablirim.
Nitzer Ebb küçükken dinleyip üniversiteden sonra unuttuğum bir ekipti. Ana sahnede karşılaşınca, katılıp da sonra unuttuğum çekilişten ödül kazanmış gibi sevindim. Seyirci epeyce donuktu desem artık şaşırmayacaksınız ama Bon Harris ölüyü dans ettirecek kadar havasındaydı. Bütün gig boyunca düşmedi. Ana vokal Douglas John McCarthy 2021’in Kasım ayında hastaneye kaldırılmıştı. Grup turneyi iptal etmemiş, tüm vokal görevini Bon Harris üstlenmişti. Douglas halen görevine dönememiş. Bon sahneden onu da anarak bir selam yolladı, Join in the Chant’e başlarken “Haydi bu şarkıyı onun için beraber söyleyelim” dedi. Umarız daha fazla bekletmez, bir an önce iyileşir.
Gama Bomb için bir düşüncem veya beklentim yoktu, grup yine de beni şaşırttı. Gruptan önce sahneye Snowy çıktı. Kendisi gri renkli yeti gibi bir canavar. Ama saldırgan değil huyu suyu acayip tatlı. Sahnede aşağı yukarı gezindi, seyirciye amigo gibi gaz verdi. Seyirci biraz kudurunca da grup elemanları gelerek teker teker yerlerini aldı. Snowy ellerini (patilerini?) horns yaparak sahneyi terk ederken Sea Savage başladı. Gençler thrash adına sevdiğim her şey. Hatta işi mizaha vurduklarından gönlüme daha da yakınlar. Philly Byrne’ün makas desenli sarı takımı çok şıktı ama dikkatimizi bir türlü gitarist John Roche’dan alamıyorduk. Saç, kıyafet, güneş gözlükleri, hatta mimikleri ile 80’ler Tom Cruise cosplay’i gibiydi. Konser finalinde seyirciler ile fotoğraf çekilerek tatlışlıkarına son noktayı koydular.
Kreator, ince yağan bir yağmur eşliğinde başladı. (Europe After the Rain çalsa ya dedik ama onu hiç çalmıyor) Sahne dekoru brutaldi: Grubun arkasına dizilmiş dar ağaçlarından sallanan kırmızı cübbeli çürümüş cesetler, esinti ile hafif hafif sallandıkça “lan yoksa hareket mi etti” etkisi yaratıyordu. Basit ama kuvvetli. Setlist mükemmeldi, umarım buraya geldiklerinde de aynısını çalarlar. Mille 40 yıllık kariyerine ilk günkü formunda devam eden sanatçılardan. Mükemmel çalımı ve hırs dolu hitabeti ile kalabalığı ateşledi, eşlik ettirdi. Yağmur iyice hız almaya başlamıştı, yağmurlukları çekip apokaliptik Kreator evreninde nefret bayraklarını dalgalandırdık.
Bu kadar yükselmişken Ministry‘de ipler çok kötü kopacak diyordum. Yan sahnede ortam kuruldu, Kreator biter bitmez Ministry’nin intro sample’ları girdi. Fondaki dev “Ministry Ukrayna ile omuz omuza” görselini henüz fark etmiştim. Helal be. Al Jourgensen şatafatlı imajına kontrast bir cool’lukta yavaş adımlarla sahneye çıktı. Konser tam start alıyordu ki gaza basan yağmurun yağmurluklarımızın içine sızmaya başladığını fark ettik. Kamera – objektif derdine düşüp kapalı alanlara koşmak zorunda kaldık. Yemin ederim tüm panteonların hava durumundan sorumlu tanrıları el birliği ile bize bu festivali zehir etmek için uğraşıyordu. Bizim çatı altına sığınmamız ile yağmur, sel felaketine, oradan da nuh tufanına bağladı. Hem Ministry, hem de Alice Cooper, daha bilmem kaç konser kaçtı. Bütün akşam ve bütün gece artı ertesi gün devam eden yağmur, ortada çimen saman ne varsa çamura döndürdü. Oluşan gölet ve bataklıklardan atlaya zıplaya dolaşan, çamur sıçradıkça canı sıkılan benden başka kimse yoktu. İnsanlar derhal botları salıp yalın ayak çamurda debişmeye başladılar.
Bir iki saat geçti, daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı, taksimetre yazıyor vaktimiz sınırlı. Az da olsa yavaşlayan yağmura kafa atarak çıkıp Nine Inch Nails‘e koştuk. Müziğini çok özlediğimi konser başlayınca farkettim. Trent Reznor hırsı sayesinde yaşlanmayan bir eleman. Bizlere kızgın mı yoksa müziğine konsantre mi olduğu anlaşılamayan gergin tavrını konser boyu koruyan Trent, bu esintili kapalı havanın hakkını verdi. 2009 yılında Türkiye’ye geldiğinde elini sıkma fırsatı yakalamıştım, o gün yaşadığım yıldız çarpması etkisini korumuş. Kendi kendime coştuğumu sanarken, ilk kez bu konserde müziğe kendini kaptırmış başka insanların da olduğunu farkettim. Özellikle Closer bizleri yerden yere çaldı.
İkinci Megadeth‘im için haldır huldur en öne geçtim. Demirler ile aramda minnak bir oğlan çocuğu kaldı. Çocuğu terörize etmemek için coşku seviyemi 11’den 10’a düşüreyim dedim. Düğme bozukmuş düşmedi. Yine de çok dikkatli olmaya çalıştım. Bir önceki hafta sonuna göre daha etkili bir konser verdiler. Dave’in yüzü daha bir gülüyordu. Sahne süresi uzadığından setliste In My Darkest Hour ve Shewolf da eklenmişti. İçimden “Umarım Vic Rattlehead maskeli eleman bugün izinlidir” diye düşündüm ama Peace Sells esnasında yine sahneye geldi. Şu muhteşem görsel şölenden artık vazgeçseler keşke. Absürt duruyor. İçkimi milletin üzerine döke saça eğlendim. Konserin sonunda, bin bir itinayla koruduğum çocuk arkasını dönünce, benle aynı yaşlarda bir hatun olduğunu gördüm. Sanki beni kandırmak için ufak tefek olmayı tercih etmiş gibi sinirlendim.
25 Haziran Cumartesi sabahı uyandığımda alerjim tutmuştu. Revire uğrayıp bir antihistaminik rica edeyim dedim. Kuralları ve prosedürleri harfi harfine takip eden Fransızlara derdimi 12 kere falan anlatmam gerekti. Her gelen gönüllü derdimi çok büyük bir dikkatle dinleyip, kırık İngilizcesi ile aynı cevabı verdi: “Ama ben doktor değilim, ilaç yazamam. Seni doktor görmeli.” Tamam lan onu yolla o zaman! Bir Rupafin için el etek öperken, yanağını arı sokan kıza bir torba buz verip kenara oturttuklarını gördüm. Dedim ki bunlar bana nasihatten fazlasını vermez. Zaten az daha beklersem Hällas kaçacak. Merci merci diye el sallayarak kaçtım, çadır sahnesine koştum.
Tam vaktinde yetiştim, en öne yerleştik. Hällas sen İsveç’in ne kadar güzel bir evladısın! Grup 70’ler stili kadife pelerinli, dramatik makyajlı imajları ile sahneye çıktı. Vokalist Tommy Alexandersson ve gitar-geri vokal Marcus Petersson’un tam önündeydik. Daha önce hiç insan görmemiş gibi ikisine de gözlerimi diktim. Kliplerindeki kadar aşırı güzel insanlardı. Konser boyunca tek bir gülümseme, bir mimik dahi göstermediler. Marcus’un asla tune tutmayan gitarı bile onu sinirlendirip bir tepki yaratmaya yetmedi. Müzikleri prog-rock soslu heavy metal. Bir İsveçli’nin ne kadar güzel heavy metal yaptığını düşünün, işte o kadar güzel. Temaları ise alternatif evrende geçen savaşlı, büyücülü orta çağ hikayeleri. Kendilerine “Adventure Rock” diyorlarmış, uyar. Bu frp evreninde çıktığımız gezinti bittiğinde, geldikleri gibi süper sakin sahneyi terk ettiler. Birkaç dakika sonra geri gelerek sahnedeki ekipmanlarını kendileri topladılar, ben de bir kaç saniye daha gözlerimi belertme fırsatı yakalamış oldum.
Ruisrock festivaline katılan Finlandiya başbakanı Sanna Marin acayip gündem oldu. Tabii ki olacak, ama Hellfest’imizin de geri kalır yanı yok. Bu sabah bizleri de Fransa Kültür bakanı Rima Abdul Malak ziyaret etti. Alanı, Hellfest’in yaratıcısı Ben Barbaud ile gezen ve 14 yaşında ilk gittiği konserin Guns N Roses olduğunu bildiren bakan, bu gece onları bizlerle birlikte tekrar izleyecekmiş.
Şimdi şöyle: Myles Kennedy, Alter Bridge ile gelmemiş, Slash ile de gelmemiş, Myles Kennedy and Company adlı solo projesi ile bizzat kendi şarkılarını söylemek için gelmiş. İlk ikisini çok seven bizler de “Ay canım yaa” diyerek karşısına geçtik. Ama olmadı. Senin hastasıyız ama bu şarkılar azıcık “suyunun suyunun suyu” gibi. İzleyicilerden gelen “Alter Bridge söyle” nidalarına çok kibar şekilde cevap verdi. “O dediğini duydum, o bugün yok ama bak bu da güzel”
Villagers of Ioannina City için biraz coşacağım arkadaşlar. İlk şarkının üçüncü notasında falan, sıfır madde ile boyut değiştirdim. Solist Alex, hem ruh dolu bir ses, hem de acayip samimi bir frontman. Burada olmaktan çok mutlu olduğunu, pandemi süresince sahneyi çok özlediğini defalarca ifade etti. Müziği, havasına girerek çaldı, bizi de yıldızlı evreninde muhteşem bir yolculuğa çıkardı. Age of Aquarius’u sen nasıl yazdın ya! Keza Dance of Night, hey gidinin gidisi. Hayatımda tulumun (gayda mı yoksa?) kafa sikmeden, zevk vererek müziğe entegre olduğunu ilk kez bu grupta duydum. Gruba stoner demek küçümsemek gibi geliyor, saykedelik demek de demode kaçıyor. Yaratıcı ve güzel her şey gibi biraz kendi kulvarında. Arte zaten tüm konseri Youtube’a koymuş, bakıverin hele.
Bakalım dedik narin sesli peri kızı Myrkur ne yapmış, çadıra girdik. Çok huzurlu ve otantik bir müziği var. Ama koltuğa yayılıp elinde Irish coffee ile kışın dinlemelik bir müzik bu. Asla sarmadı, hatta kaçtım diyebilirim. Coşmak peşindeyim.
O zamanlar ilkokul bebesi olduğumdan 1993 yılında İstanbul’da gerçekleşen G’n’Rkonserini izleyememiştim. Dolayısıyla bu geceki konser Axl ile Slash’i beraber sahnede ilk görüşüm oldu. Axl yıllarca birbirinden yetenekli lead gitarlar ile çalıştı. Ancak G’n’R, sadece ve sadece şu anda sahneden görmekte olduğum şeydi. 24 parçalık setlist mükemmeldi, duymak istediğimiz her şey vardı, hatta bir AC DC ve bir Velvet Revolver coverlayarak güzel bir tatlışlık da yarattılar. Tüm zamanların en güzel şarkılarından You Could Be Mine sırasında sağa sola verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilemem çünkü bana göre tüm yaşanmışlıklarını ve yaşını göz önüne alınca Axl gerçekten üstün bir vokal performansı sergiledi. Zaten kilo verip şeklini toparladığı için geçmişteki gibi saklanma ihtiyacı duymadı. Kot tişört ile sahne aldı, güneş gözlüklerini bile çıkardı. Ego ve stresten hiç iz yoktu, tanıdığımız Axl’ın iyi huylu ikizi gibiydi. O kadar olumlu ve enerjikti ki daha sonra 5 Temmuz Glasgov konserini sağlık gerekçesi ile iptal ettiklerini duyunca, inanmakta güçlük çektim.
Çok sarhoş oldum, hatta mobilitemi kaybetmeye başlamıştım. Ancak soluma dönecek kadar motor becerim kalmıştı. Blind Guardian‘ı izlemek için bu yeterliydi. Övünç uzak sahnelerden birinde daha ilginç bir şeyler izlemek için seke seke uzaklaşırken ben elfler falan ne yapıyormuş diye yüzümü yan sahneye çevirdim. Sanki mecburiyetten izlemişim gibi de algılanmasın. Somewhere Far Beyond ile Nighfall in Middle Earth ergenliğimin köşe taşlarındandır ve bu turne de, Somewhere Far Beyond ‘un 30.yıl turnesi. İlk anda sahne dekoru beklentilerimi pek karşılamadı, albüm kapağı fonu önünde dümdüz siyah giyimli grup fantezi dünyalardan uzak bir görüntü idi. Bunu biraz kafama taktım fakat çevremdeki izleyici kitlesi beni Orta Dünya’ya taşımaya yetti. İzleyicilerin tamamı grubun bir numaralı fanı olmaya aday azgın bir kitleydi. Her şarkıya hep bir ağızdan bağırdık. Hansi Kürsch’ün insan olduğundan şüphe ettim. Bu kadar temiz, yüksek ve bu kadar mükemmel söylenmez. İşte buraya bunun için geliyoruz be!
26 Haziran Pazar sabahı erkenden gözleri fal taşı gibi açılan Övünç “Ben Spiritbox’a gidiyorum” diyerek komando gibi çadırdan dışarı yuvarlanıp ana sahneye doğru depar attı. “THE Headliner” Metallica için ana sahnenin önüne snake pit kurulmuştu. Spiritbox da bu sükseli sahneden faydalanan ilk grup oldu. Courtney’nin vahşi performansını uzaklardan bile duyduk (“Ben izlemedim” demenin Fransızcası)
Aşşırı aşırı izlemek istediklerimden bir başkası, Blood Incantation idi. Birincisi bizim buralara hayatta gelmez, ikincisi bakalım o kayıtları canlı perform edebiliyorlar mı, üçüncüsü bunlar nasıl insanlar? Konser bütün beklentilerimi karşıladı ve ötesine geçti. Death metal grupları bazen kendini çok ciddiye almaktan mıdır nerd olmaktan kaynaklı sosyal fobiden midir, sahnede kas katı kesilip eğlenceyi bizimle paylaşmayabiliyorlar. Kan büyüsü asla öyle değil. Sahne saatinin erken olması, yan çadırda yine Regarde Les Hommes Tomber terörü estiği için burada seyrek insan olması falan onları asla bozmadı. Bizimle muhabbet ettiler, gaza getirdiler. Elektriği bol bir performans yaşadık. Paul Riedl ile Morris Kolontyrsky’nin bir örnek gitarları çok şıktı ama Morris’in akordu bir türlü tutmadı, şarkı aralarında akort etmeye çalışırken uzayan sessizliklerde götünden ter aktı. Teknik becerilerine girmiyorum bile, Spotify’da ne duyuyorsak onu icra ettiler. Hayvan mısınız arkadaş…
Bugün çadır sahnelerinden uzaklaşmak mümkün olmayacaktı anlaşıldı. Sırada gizemli seksiler Midnight var. İşte onların merak edeni çoktu, yine de ite kaka önlerde yerimi aldım. Müziği pek komplike olmayan bir grup onlar, Airbourne’un black metal versiyonu gibiler. Gerçi grup demek doğru mu bilmiyorum, her şey solist Athenar’ın projesi ve ürünü. Soloları lezzetli sahne performansları da kendini izlettirdi. Özellikle jack russell gibi hiç durmadan koşturan gitarist manyak, tansiyonu devamlı yüksekte tuttu. Şarkılar benim zevkime göre biraz birbirinin aynısı ama canlıdaki başarıları o açığı kapatıyor. Athenar’ın espri anlayaşına da ayrıca hayranım.
Size hemen yan sahnede güzel bir gruba denk gelmenin lüksünü anlatamam! Gün boyu konser – içki – yemek – çiş ekseninde koşuşmaktan iflahım kesiliyor. Büyük festivallerin mutlaka bir kusurunu söylemem gerekse, bir tek bunu söyleyebilirim: Koşuşurken izlenenden daha çok konser kaçıyor olması. Kaçmasın istiyorsun, bu sefer doğal ihtiyaçlar angaryaya dönüşüyor. (Fonda Jonathan Davis mmbappa ummbapapa yaparken duş almaya çalışmanın tadı bambaşka.) O sebepten izlenecekleri seçerken mesafeyi göz önüne almak lazım. Ben de bebiş gibi tek adımda yan çadıra geçip Vltimas‘ı beklemeye başladığımda feci keyifliydim, ama Vltimas uzakta olsaydı da yetişirdim çünkü David Vincent. Grup her ne kadar sadece 1 albüm yayınlamış olsa da, zaten sahne süresi kısıtlı olduğu için yeterliydi. David bekleneceği gibi son derece karizmatik ve vokal performansı olarak en üst düzeydeydi. Aralarda acayip teatral bir şekilde şarkıların temalarını anlattı, albümü bize yaşattı.
Vltimas biterken yine yanda büyük bir kalabalık toplanmaya başlamıştı. Ayrıca çadır sahnelerinde çok istisnai olan bir durum vardı: Fotoğrafçılar sahne önüne geçebilmek için uzun bir kuyruk oluşturmuşlardı. Cult of Fire başlamak üzereydi. Arkadaş o nasıl bir sahne! İnsanı önce kör eden sonra hayran bırakan maksimalist bir üslup. Müziğin önüne geçiyor demek az kalır. Cidden ilk on dakika sahneyi incelemekten kulaklarıma kan gitmedi. Kobra tahtları üzerinde burkaları içinde bağdaş kurarak oturan ve konser boyu bu şekilde gitar çalan iki gitariste bakınca düşündüm: demek ki hala şaşırabiliyorum. Sounda gelirsek, pek bir şey anlayamadım. Kelimenin tam anlamıyla bu derece EPİK bir müzik için bu sahne sistemi yetmemişti ve bir süre sonra kafam yoruldu (Zaten gruba da Cult of Luna deyip durdum)
Ana sahne tarafına yol alırken dedim ki dur şu grupların tişörtlerine bir göz atayım. Geçmişte 20 yuro bandında seyreden fiyatlar, grup taşaklı ise 25’lere çıkardı. Bu nedenle tişört standında beni karşılayan 40 yuroluk fiyatları görünce bayılacak gibi oldum. Yola çıkmadan önce Övünç’le el sıkışıp anlaşmıştık: fiyatları TL’ye çevirmeyecektik. Beyin ayarlarımızı yuro kuruna geçirmiştik. Ama hangi ülkede olursan ol 40 yuro da para arkadaş. Penyeye o meblağ verilir mi lan! Olsa verilir aslında da, bende yok. Avucumu yalayarak merch çadırından çıktım.
Çocukluğuma ait bir lezzet Ugly Kid Joe ana sahnedeydi. Başını kaçırmıştım ama zaten iki şarkılarını biliyordum, ikisini de yakaladım. Whitfield Crane’in asla yaşlanmamış olması, bazı güzel şeyler hiç değişmeyebilir yalanına beni inandırdı. Fakat genel havasında bir kopukluk vardı. “Çağırdınız geldik ama niye çağırdınız ben de bilmiyorum” der gibiydi. Saçma ve kötü bir performanstı.
Eskiden aşırı sevdiğim, 2015’ten sora ise düzenli olarak kalbimi kıran Bullet for my Valentine, tight çalımlı ama sıkıcı şovu ile sahnedeydi. Emo olmak için fazla thrash, thrash olmak için fazla düşük çalımları ile beni kendilerine bağlayamadılar. Ha Matt Tuck saçını uzatmış o güzel olmuş.
Evet, o saat yaklaştıkça Whatsapp grupları çalkalanmaya başladı. Özellikle de geçmişte bu yolları beraber aşındırdığımız arkadaşlarımızdan Ersay’ın mesajlarıyla. Bring Me The Horizonzamanı. TikToker bebelere oynamaya başladığından beri bizi sinir hastası eden Oli, bakalım Hellfest için nasıl bir set hazırladın şerefsiz. Bakalım sesin çıkacak mı. Yoksa yine mikrofonla kapışarak mı yiyeceksin bir saati. Kollarımızı kavuşturup baş öğretmen edasıyla sahnenin karşısına dikildik. Önce bütün vücudunu dövdüren sonra dövmeleri black out kapattıran Oli, sahnede dövme desenli bluzu ile arz-ı endam etti. Bu eleman her hareketi ile camianın en karmaşık karakteri. Sheffield çocuğuyuz diyerekten konsere başladı ve bizleri mahçup etti. Öncelikle bir iki fire dışında setlist yıkılıyordu. Vokal performansı hayvan gibi geri gelmişti. 2010’ların BMTH’sine ışınlandık. Bir tek Antivist söylemedi ordan bir puan kırdım. Sahnede dekoru göz doldurdu, her şarkıda farklı kostüme bürünen iki dansçı da fena olmamıştı.
Tek adam yönetiminde olmanın doğal sonucu olarak Black Label Society biraz kendini tekrar eden bir müzikal oluşum. Yine de genel olarak sevmişimdir. Fakat o da, son sahnesinden bugüne bir arpa boyu yol alamayanlardandı. Zakk’in modunu bilen bilir, ancak bu konserde abartılı din şovları gözüme battı. İtalyan topçu gibi sürekli gök yüzüne işaret edip haç öpmenin anlamı var mı bilemiyorum. İçkiyi ağızları ile içmeyip bokunu çıkaran kişilerde gözlemlenen bir durum. Bünye iflasın eşiğine gelince arınmaya karar verip “sober” oluyorlar, bu aşamada da spiritüel dayanağa ihtiyaç duyup allahçı, enerjici falan oluyorlar. Neyse siroz olup öleceğine böyle takıl ne yapalım. Bana tat vermedin.
Stratejik sebeplerden ana sahneye yaklaşıp pozisyon almaya başlamıştık. Bu nedenle bir süre Sabaton‘a maruz kalacaktık. Hellfest’in en kalabalık sahne dekoru yine onlarındı. Ağır silahlanma hamlesi ile gelen grup zaten bir tabur adamdan oluşuyor. Ya da tek tip üniforma giydiklerinden gözüm her yerde adam var gibi görüyor. Müziklerine hakim değilim, aynı şarkıyı bir kaç defa çaldılar gibi geldi. Bir de geçen senelerde malum Manowar Hellfest konseri iptal olmuştu. O gece Manowar yerine Sabaton ikinci kez sahne almış, solist Joakim’in de sesi iyi çıkmamış mı ne. Adam bu konuyu nasıl bir kafaya taktıysa yarım saat bundan bahsetti. İş disiplinine saygı duydum, samimiyeti de gönlümü aldı. Ama fanları olsam “Lan tamam, geç. Şarkı çal” diye ekmeğimin peşine düşerdim.
Evet, Hellfest; bu dev organizasyon, bu 7 günlük 350 grupluk 420 bin biletlik canavar sona ermek üzereydi. Son bir konser kalmıştı. Aylar boyu gerçekliğine inanmakta güçlük çektiğimiz o an gelmişti. Sabahtan beri yavaş yavaş dolan festival alanı, artık limitini tamamen doldurmuştu. Kulağıma Metallica takıp dinlemeyeli kaç zaman olmuştur bilmem. Ama şimdi 15 yaşındaymışım gibi heyecanlıydım. Bir ay kadar önce Brezilya’daki konserlerinde James Hetfield duygusallaşarak sahnede yaşlı bir adam gibi görünmekten, gitar çalamamaktan korktuğunu ifade etmişti. İçimden, belki de korkularında haklı gerekçeleri vardır diye düşünüyordum. Neticede günlerdir tanrı mertebesindeki insanların yaşlandığına, yeteneklerini birer birer kaybettiğine şahit oluyorduk. Ve Metallica başladı. Dünyanın en zengin grubu tabii ki festival sahnesini bir stadyum konserine döndürmüştü. Metallica’ya yakışır alevli patlamalı, paranın alabileceği son teknoloji ışık ve görseller ile sahne zengin, zarif ve etkileyici. Ve onlar geldi. Ne yaşlanması! Sahnedeki adamlar, onları son izlediğim 8 yıl önceki hallerinden bir gün bile yaş almamış gibiydi. Konser Whiplash ile start verdi. Ortalık birbirine girdi demek isterdim ama oldukça önde olmamıza rağmen kalabalık tepkisizdi. Haydi biz orta doğudan geldik konsere açız, ulan siz de pandemiden çıktınız hiç mi özlemediniz bu ne cool’luk! James bir kaç şarkı boyunca setine konsantre oldu, pek diyaloğa girmedi. Fakat sololarda ön sıradaki seyircilerle sıcak yakınlaşmalarda bulundu. Sonradan muhabbetler başladı. “Şimdiki şarkı St. Anger’dan” deyip baş parmağını kaldırdı, sonra aşağıya doğru çevirdi. “Nasıl, seviyor musunuz bu albümü? I ıh mı?” kendiyle alay etmesi, yine de Dirty Window çalması şov hareketti. Bu arada korku filmleri gurmesi Kirk Hammet’ın Black Phillip baskılı The VVitch tişörtünden gözümü alamıyordum. İşte buna 40 yuro verilir. Setlist kemiksiz bir hitler geçidiydi. “One” aşırı dramatik bir intro ile girdi, Sabaton’un kariyerini adadığı etkiyi 1 dakikada verdi (ben de Sabaton’a taktım galiba) Stranger Things vesilesiyle Spotify Top 50 listesine girip kitleleri 36 yıl sonra yeniden tokatlayan, gatekeeper’ları delirten o başyapıt, Master of Puppets kapanış şarkısıydı. Metallica’yı tanımak Metallica’yı sevmektir. Bu his dünyanın en güzel şeyi. Metalcisi normie’si kimse bu tutkuyu hissetmek için izin alacak değil. Herkes bir gün Metallica’yı tadacak. Sadece James değil, her biri ne kadar sıkı çalıştıklarını belli ediyorlardı. Hata yapmayı geçtim, olması gerekenin üzerine bile çıktılar. James’in yetersiz kalmayayım derken daha da ilerleyip vokal performansını bir üst seviyeye taşıdığını fark ettik. Grup, kendi kameraları ile sahne üzerinden yaptığı çekimleri yayınlamaya başladı bile. Ben bunları yazarken No Leaf Clover ile One, Youtube’da Metallica kanalında yayına girmiş bulunuyor. Ben klasik anlamda bir Metallica-müridi sayılmam. Siz kendiniz izleyin, objektif olarak karar verin dünyanın en büyük grubu kim. Konser sona erdi. Önce James, sonra Kirk, Rob ve Lars tek tek mikrofonu alarak izleyiciye teşekkür ettiler, burada olmaktan duydukları memnuniyeti dile getirdiler. Sanki ilk büyük konserini vermiş yeni yetmeler gibi kesik kesik ve heyecanla konuştular. Acayip samimi bir andı. Kim olurlarsa olsunlar, bu işi sevdikleri için yaptıklarına tek bir şüpheniz olmasın.
Pazartesi sabahı kampımızı toplarken ilk kez içimi hüzün kaplamadı. İlk kez bitmiş olmasına değil yaşanmış olmasına odaklanabildim. Bu bir kaç gün bana altı aylık terapinin faydasını sağladı. Umarım benzerlerini yaşamak, bu deneyimin hayalini kuran herkes için gerçek olur.
Bahar Heper