Tüm Zamanların En Pahalıya Mal Olan Albümleri!
7 Temmuz 2023Rock Müzik ve Yapay Zeka: “The Doors yeni albümünü 2024’te yayınlıyor!”
19 Temmuz 2023Yılın en sevdiğim zamanı tabii ki yaz başı. Bu ilkbaharımız biliyorsunuz çıtır çerez gibi yendi gitti. Bari yazımı kurtarayım istedim, seçim biter bitmez twitterları, sözlükleri, gazeteleri kapattım, kapısına asma kilit taktım. Doomscroll’un ecele faydası yok. Ben bu mevsimi sadece müziğe, yeşile ve maviye ayırmaya yemin ettim. İşiniz aileniz müsaitse, yapabiliyorsanız, tavsiye ederim. Hatta buyrun festival anlatayım biraz kafanız dağılsın.
Hellfest geçen sene, pandemi travmasını biraz olsun telafi etmek için arka arkaya iki hafta sonu olarak düzenlenmişti. 2023 itibariyle, geçen senenin üzerine çıkabilmek için neler icat edebilecekler merak ediyordum. Cevap gecikmedi: yıllardır 3 gün olarak düzenlenen festivalin süresini bundan böyle 4 güne çıkardıklarını açıkladılar. İnanılmaz! Çok iyi tarafı, ekstradan 8-10 sanatçı izleyecektik. Çok iyi olmayan tarafı, 4 gece olan çadırda yatış süremiz 5 geceye uzayacaktı. Kötü tarafı ise, işten bir gün daha izin almak gerekecekti. Tamam artık neyse ne, halledeceğiz, bizde yarım iş olmaz dedik, izinleri ayarladık. Bu süreçte sevindirici bir de haber aldık: Paslanmaz Kalem’in güçlü sesi, canikomuz Ersay Uçak da festivale geliyordu.
13 Haziran Salı
Kapı açılışından bir gün önce Nantes şehrine ulaşmalıydık. Demek ki bu sefer Çarşamba değil de Salı günü intikal etmek gerekecekti. Akşam 10 gibi şehre vardığımızda, Ersay bizi karşıladı. Kendisi Nantes’a bizden saatler önce ulaşmış yiyip içip gezmişti bile zira on kere söylememe rağmen, tez canlı gibi uçak biletini sabahın körüne almıştı. Olsun, zaten konu müzik olunca onu uyku tutmaz. Otelin önünde buluştuk, heyecanla sarılıp mini bir halay çektik ve birer bira içmek için şehre inmeye karar verdik.
14 Haziran Çarşamba
Çarşamba sabahı Hellfest kapılarını açacak, misafirleri Hellcity Square ve çadır alanına kabul edecekti. Sıfırıncı gün olarak kabul edilen bu günde konserler başlamıyordu ama eğlence tabii ki başlıyordu.
Otel bizleri 11:00 itibariyle kapı dışarı ettiğinde ne yapacağımızı bilemeden gidip parkta takıldık, muhabbet ettik, ördekleri besledik, bir şeyler yedik, fakat bu kadar heyecanlıyken zaman geçmek bilmiyordu. Festival uygulamasından iki gündür ısrarla gelen bildirimlere göre kapılar 16:00’da açılacaktı. Geçmiş yıllarda kapıların 14:00 itibariyle açıldığını hatırlıyordum. Burda dikileceğimize, emre itaatsizlik edelim, gidelim de festivalin kapısında dikilelim, belli olmaz belki erken açarlar? Trene binip 30 dakikalık Nantes – Clisson yolculuğumuza başladık. Trende, festival alanına yürürken ne derece gebereceğimizi hesaplamaya çalışıyorduk. 2 kilometrelik yol engebeliydi, çantalar yine ağırdı. Hava geçen seneki kadar sıcak mıydı yoksa daha da mı sıcaktı? Clisson istasyonuna indiğimizde ise gözlerimize inanamadık! Bizleri festival alanına götürmek için ayarlanmış olan araçların önünde bir milyon kişinin sıraya girmiş olması gerekirken, taş çatlasa 20 kişi vardı! Bu görülmemiş bir olay, demek ki 16:00’da açılacak uyarılarını herkes dinlemiş, henüz kimse yığılmamıştı buraya. 3’er yuromuzu memnuniyetle bayıldık, arka üçlüye oturduk. Festivalin kapısına bırakıldığımızda, yine bir mahşer kalabalığı beklerken ortalama bir Kadıköy – Beşiktaş vapur iskelesi kalabalığı görünce şaşırdık. Burada en azından 2 saat dikilecek, çevre metalcilerle bir kaç bira içerken bir ton bronzlaşacaktık. Bakayım dedim, şuradaki seyyar standda soğuk bira var mıdır. Ben yönümü tayin edemeden kalabalıkta bir kımıldanma oldu, dış kordon kaldırıldı ve kapılara doğru yönlendirildik! Yok artık! Gerçekten de erken mi açacaklardı kapıları? Basın mensupları için ayrılmış olan girişe yöneldiğimizde fark ettik ki sıranın başındayız. En başında. Kapılar açıldığında içeri girecek ilk insanlardan olacağız! Oha yuh!
Tezahüratlar, ıslıklar, gazlamalar eşliğinde hakikaten tam 14:00’de kapılar açıldı. Bir ilki yaşamanın verdiği mutlulukla, 2023 Hellfest’ine ilk adım atanlardan olduk ve çadır alanının en güzel köşesine koşmaya başladık. Belli ki bu festival iyi geçecekti. Çadırları hızlıca kurduk ama boğazlar kurudu. Sıra mutfak alışverişine gelmişti. Biliyorsunuz, festival alanında yalnızca ruhumuzu doyuruyoruz karnımızı değil (içerisi çok pahalı). 1,5 km ötedeki E.Leclerc adlı süpermarket bizleri bekliyordu. Marketin otoparkına kurulan iki sahnede canlı müzik başlamıştı bile. Hem otopark hem de marketin içi fulldü, meğerse “nerede bunlar” dediğimiz kalabalık buradaymış. Soğuk biraları çoktan tüketmişler, konserveleri talan etmekle meşguldüler. Birer kutu konserveyi talandan kurtardıktan sona bira derdine düştük. Soğutucu dolapta yalnızca 5 litrelik fıçılar kalmıştı. Ev partilerinde ara sıra denenen ama asla verim alınamayan bu minik fıçı şimdi işimizi görür müydü acaba? Öyle bir gördü ki! Şimdiden alternatif bir festival alanına dönüşmüş olan otoparka yayıldık. Sahnedeki canlı gruplar da iyiydi ama az ötedeki DJ sahnesinde Turbonegro ağırlıklı setiyle DJ Mike Rock çok daha iyiydi. Velhasıl Çarşamba, içilmesi gerekenden fazla içtik. Ertesi gün o kadar iş varken geceyi black out kapatmak pek mantıklı olmadı. Her şey böyle yolunda giderken akşamdan kalmayacağıma inanıyordum.
15 Haziran Perşembe
Perşembe sabahı uyandığımda nasıl yattığımı hatırlamadığımı fark ettim ama neyse ki konserler insaflı bir saatte, 16:30’da başlayacaktı. Kalkıp yine meşhur markete doğru yola çıktık. Daha markete yaklaşamamıştık ki yola doğru uzayan hayvani kuyruğu fark ettik. Bu Fransızlar her şeyi tam saatinde ve aynı anda yapmak istiyor. Kilometrelerce sırada beklemek asla koymuyor. Bir saat geç kahvaltı etse ölecek sanki. Çok tuhaf. Bu kadar büyük bir marketin kapasitesi dolup sıra dışarıya taştığına göre işimiz çok zor olacaktı. Önce biraz canımız sıkıldı fakat Övünç, 5 dakika daha yürüyerek Lidl’a gitmeyi önerdi. Dünyanın en doğru kararıydı bu. Lidl’da kimse yoktu. Ucuzluk marketi olduğu için hem yarı yarıya az para ödedik, hem de hiç sıra beklemedik. Malzemelerimiz aldık, yine E.Leclerc’in otoparkına döndük ve otopark sahnede setine başlamış olan emekçi Mike Rock eşliğinde brunch yaptık.
Öğleden sonra festival alanı nihayet açıldı. Girer girmez yine devasa bir sıra ile burun buruna geldik: Merch çılgınlığı. Bu sıra, festivalin bitişine saatler kalana kadar böyle uzayıp gidiyor, akıl almaz. Anı satın almak falan güzel de, konserler kaçıyor manyak mısınız ya? Hellfest bu sene resmi ürünlerini satmak için alana koca bir bina inşa etmiş. Üzerinde kırmızı neon harflerle SANCTUARY yazıyor ve gördüğüm en etkileyici Satanik tapınak binası. İşiniz bitince buraya ben taşınabilir miyim dedim anlamazdan geldiler.
Bizim işimiz penye değil, bizim işimiz müzik (daha sonra penye). Ana sahnenin ilk grubu, büyük hype yaratan Code Orange idive hemen yetişmemiz gerekiyordu. Jami Morgan’ın canlısı tam beklediğim daha doğrusu hayal ettiğim gibiydi: Yoğun, agresif, yanlış hissetmediysem bir de ana sahneyi açıyor olmanın heyecanı ile yüklü. Sahneye, kendi yüzünün replikası bir maske ile çıktı. Böyle söyleyince saçma geliyor ama görmesi etkileyici, et üzeri et gibi. İlk bakışta “O ne lan?“ dedirtiyor. Biz sahnenin Reba Meyers tarafında konumlanmıştık ve bu büyük bir şanstı. Gündüz gözüyle bir insandan bu kadar etkilenmek fazla. Jami ara sıra Hellfest Main Stage’de olduğunu unutarak “Bu saatte sahneye çıkmamız rezalet, gece çıkmalıydık” şeklinde ver yansın etti. Şampiyon sakin olmalıydı. Haklı olduğu ufak bir nokta ise ses sisteminin açılışını yaptıkları için seste bazı dengesizliklerin mevcut olmasıydı. Sanırım kayıtta daha da kötü geliyormuş. Bunlar işin fıtratında var çocuklar.
Imperial Triumphant izlediğimiz ikinci grup olmasına rağmen artık Hellfest’in geldiği noktanın net bir özeti oldu: arkadaşlar bu festivalde vasat olanı geçtim, normal, hatta “eh güzel işte” olana bile yer yok. Herkes türünün en iyi örneği. Sektör lideri. Kimi izlediysem olimpik sporcu seviyesinde bir performans. Imperial da aynen öyleydi işte. Biliyorsunuz Imperial da kostümlü – maskeli gruplardan. Kostümler kaliteli olmalı yoksa sanatçılar cadılar bayramında şeker toplayan velet gibi duruyor. Oysa Imperial, altın maskeleri ve siyah cübbeleri ile ruhumuza fiyat teklifi vermeye gelmiş şık zebaniler gibiydiler. Yalnız müziğin komplike olmasından kaynaklı, jazz introları hariç seste ne yazık ki kaos hakimdi. Ama Zachary Ezrin’in böyle tercih ettiğini bildiğim için dinlemekten çok bu deneyime “maruz kalmayı” kabullendim.
Hollywood Vampires’ı kısa süre önce ülkemizde ağırlamıştık. Gidebilenler zaten olaya hakim. Ben hem yüksek bilet fiyatı nedeniyle hem de konser mekanının uzak olmasından dolayı İstanbul’da izleyemedim. İmkanım olsaydı bir gider bakardım çünkü içinde Alice Cooper olan her şey dikkate değer. Grubun geri kalanı için aynı şey geçerli mi? Bence: no. Grup, “Johnny Depp’imiz var”a aşırı yaslanıyor ama Depp hayranı değilseniz ya da ünlüye bakma merakınız yoksa o kısım da boşa düşüyor. Depp rockstarlık hevesini alırken müzikal olarak dişe dokunur bir şeyler ortaya koyabilse grup bir tık daha çekicilik kazanabilir. 12 yaşındaki çocukların ayağıyla solo attığı çağda yaşıyoruz. Setlist de bana vasat geldi. School’s Out nostaljik hislerimi kıpraştırdıysa da 4 dakikalık final için beygir gibi dikilmeye değmez diyebilirim.
Evet, ayakta durduğum her anı ince ince hesaplamak zorundaydım çünkü headliner’lar için ekstra enerjiye ihtiyacım vardı. Architects’i defalarca izledim ama her yeni konseri aynı heyecanla bekliyorum. Balayımız hiç bitmesin Arko. Üstelik de konseri Övünç ve Ersay ile yani grubun Türkiye sınırları dahilinde yaşayan en büyük iki hayranı ile izleyecektim. Bu konserden çok kısa bir süre önce Metallica’nın ön grubu olarak çaldıkları turnelerini noktalamışlar ve hemen turne bitiminde Sylosis’ten ekibe 2017 yılında kadrolu olarak katılan Josh Middleton ile yollarını ayırdıklarını bildirmişlerdi. Üzücü. Bakalım bu durum sound’u, grup elemanlarını ve özellikle Sam’i etkilemiş miydi? Konser başlamadan az önce farkettim ki sahnedeki insanların davranışlarından duygusal ipuçları alamayacak kadar içkilenmişim. Ama bu sayede konser sırasında hayatımda ilk kez crowdsurf yapma cesareti buldum. Normal şartlarda güvenlik endişesi duyardım ama ortalama bir metrobüs yolculuğundan daha rahat geçti artı inanılmaz eğlenceliydi. Başka yerler için kefil olamam ama Hellfest’e yolunuz düşerse tavsiye ederim. Nihilist ile tekme tokat açılan konserde pek adapte olamadığım son albümden 4 şarkı yer aldı. Animals ve Royal Beggars ise seyirciden inanılmaz çoşkulu karşılık aldı veya ben kendimi çok kaptırıp öyle yorumladım. Sam cebinde ciğerinde ne varsa ortaya döktü, 10 üzerinden net bir 9. Bir puanı Broken Cross çalınmamasından kırıyorum.
Metalcore’un bir diğer büyükbaşına geçmeden önce palet temizleme vakti. Yıllar yılı Kiss’e mesafeli durdum. Gene Simmons’ın huysuzlukları, paragözlüğü, kadınları objeleştirmesi, beni grubun müziğinden uzaklaştıran etkenler oldu. Mutlu bir hayatın sırrı, eğer başarabilirseniz sanatçıyı sanatından ayırarak eserlerden tat almakta saklıymış. Kiss bir ekol, Kiss bir şov fabrikası, bu geceki konserle yeniden hatırladık. Konser bile değil gösteri falan demeliyim. “End of the World” turnesi kapsamında izleyeceğimiz şovun prodüksiyon ve sahne dizaynı, turnenin öncesinden başlayarak haberlere konu olmuştu. Paul Stanley turnenin başında bu sahne şovu için “Fenomen! Şimdiye kadar bizi bırakın, hiç bir sanatçı böyle bir şovla sizlerin karşısına çıkmamıştır. Biz çıtayı kendimiz değil herkes için yükselttik.” demişti. Asla abartmamış. Hazırlıklar başladı, önce sahnenin bir ucunda Gene Simmons (The Demon) ve Eric Singer (The Catman)‘in, diğer ucunda Paul Stanley (The Starchild) ve Tommy Thayer (The Spaceman)’in dev heykelleri belirdi. O kadar güzel yapılmışlardı ki sahneye Gates of Argonath havası veriyordu. Sahnenin içerisine hareketli dev ekranlar konumlandırılmıştı. Sekizgen şeklindeki ve spike’larla süslü bu ekranlar konserin sounda Gene Simmons’ın üzerinde göklere yükseleceği bir platfom görevi gördü. İş artık iyice Cirque Du Soleil’e bağladı diye düşündüm ama iyi anlamda. Bu şov, herhangi bir eksikliği gölgelemek için değildi bu arada. Kiss hatasız çaldı, krallar mükemmel söyledi, setlist bence herkesin beklentisini karşılayacak kalitedeydi. Şov boyunca ateşli patlamalı konfetili bir çok zirve an planlanmıştı. Bizi, heyecan ve mutluluğun gel gitleri ile Kiss’in kariyerindeki zirve günlere götürdü.
Ve geldi çattı favori headliner’ım Parkway Drive… Grup Reverence ile kendi alt janrlarından metal ana akımına terfi etmişti, hala da burada ikamet etmeyi sürdürüyor. En son 2019 Wacken’da izlemiştim, çaldıkları kalabalık karşısında delirecek gibi olmuşlardı. Gösterdikleri tevazu, güler yüz artık yerini yarı tanrı tavırlarına bırakmaya başlamıştır diye düşünüyordum. Artık Olympos’ta olmaya alışmış olmalılar. Yanılıyordum. Konser, son albümden oldukça sevdiğim Glitch ile alevler patlamalar eşliğinde açıldı. Bu da tam konser şarkısıymış. Seyirci ilk saniyeden itibaren coşkuyu verdi tabii ki. İçten içe “bizde de yapsın” dediğimiz an, fan favorilerinden Idols and Anchors’ın başında gerçekleşti. Winston kalabalığın içine girdi, izleyicilerle biraz konuştu, beşlik çakıştı, ardından “Spin this shit around!” emri ile kendi etrafında bir circle pit başlatarak şarkıyı bu pitin ortasında söyledi. Konser 1 saatten uzun sürmesine rağmen grup hitlerini süreye zor sığdırdı. Parko adını metal tarihine altın harflerle yazdırmış olmasına rağmen hala Parkway Yol’unda oturan komşu gençlerden oluşuyor. Ekip inanılmaz tatlı, hep mutlu bir şaşkınlık içinde gibi. Seyirci ile duygusal düzeyde devamlı bir “İyi ki varsınız” “Yo estafurullah, esas siz iyi ki varsınız” “A olur mu siz olmadan biz neyiz ki” alışverişi var. Bu şaşkın mutluluk hali müziğin güzelliğine eklenerek insanı ayrıca yükseltiyor. Sanırım elimde olsa bu konseri loop’a alıp 10 kere yaşamak isterdim.
16 Haziran Cuma
Ana sahnede Skid Row arka planının yandığını gördüm ve beklentimi %50 seviyesine alarak kollarımı kavuşturup beklemeye başladım. Çünkü – hangi grup olursa olsun – ikonik solist gruptan gittiğinde, artık büyünün bozulduğuna inanan statükocu biriyim. Grubun şarkılarını Sebastian Bach’ın solo grubundan birkaç kez dinlemiştim, ama Skid Row grubunu, yani Rachel Bolan’ı Snake Sabo’yu Scotti Hill’i başka bir frontman ile kendi şarkılarını çalarken hiç izlememiştim. Muhteşemdiler, söyleyecek söz bulamıyorum. Grubun soundu festivalin en iyilerindendi. Cam gibi kaliteli ve yüksek, çalımları sıkı. Erik Grönwall, sana burun kıvırdığım için özür dilerim! Hem tüm şarkıların hakkını verdi, hem enerjisiyle koşup oynamasıyla sahneyi doldurdu, hem de Amerikan redneck imajıyla ve bad boy tavırlarıyla bizi 80’ler stili aşka inandırdı.
Bu kadar seveni olduğuna göre canlıda kesin bir numarası vardır diyerek Motionless In White izlemeye geçtik. Yokmuş. Bazı grupların nasıl bu kadar büyüdüğünü anlayamamak beni sinirlendiriyor. Chris Motionless bile anlayamamış olabilir. Sanki çocuk “O Ses Amerika”da birinci olmuş, kendisine grup kurma görevi verilmiş. Sonra da bu imajlar makyajlar elemanların üzerlerine dizayn edilmiş gibi. Yani şöyle bir seslenme var mı: “Where is my Heavy Metal Fans!” Ne bileyim. Cringe. Tabii ben tat alamadım diye kötü bir şey de söylemek istemem çünkü işlerini iyi yapıyorlar, tatlı da insanlar. Zaten sound taş gibiydi, yalan yok. Renkli menkli diye biraz baktım ama yemin ediyorum aklımda tek nota kalmadı.
Aslında Aborted izlemek istiyordum. On kere Alter Bridge izledim. Niye birazcık yürüyüp Altar sahnesine gitmedim? Çünkü tam gidecekken Addicted to Pain başladı. Dur bu bitsin öyle giderim derken Black Bird’ün introsu girdi. Gündüz gözüyle ağladık hayırlı olsun. Ties That Bind da çalar belki be diye durmaya karar verdim. İnternet yok, setlist.fm’e de bakamıyorum. O olmadı ama Metalingus oldu, tabii ki kabulümüz. AB’de bir sihir var, aranızda o duygusal bağ kurulursa sizi esir alıyor. Kopamıyorsunuz, bakmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Ama sound… Yine düşük ve sıkıcı. Nedenini anlamıyorum. Bunun ancak bir tercih olabileceğini anlıyorum sadece. Çünkü bütçesi AB’nin üçte biri olan gruplar cam gibi ses yapıyor. Sizin sound neden bulanık, ben neden boşlukları kafamda tamamlıyorum ya?
Sıradaki isim Papa Roach idi. 2000 yılında yayınlanan en büyük hitleri “Last Resort”u bilirsiniz. Onun haricinde bir bilgim yoktu, bana göre Papa Roach bir one-hit-wonder idi. Ersay ise kesinlikle böyle düşünmüyordu, izlemek için çok hevesliydi. Ben “Birazcık yaşamsal ihtiyaçlarımızı karşılayalım, duş – yemek – içki olaylarına girelim. Hem azıcık dinlenmezsek geceyi çıkaramayız” diyerek ekibi çadır alanına yönlendirdim. Ancak uzaktan Prodigy cover’ı Firestarter’ı çaldıklarını duyarken “acaba kaçırıyor muyuz” demeden edemedik. Biz Övünç ile bir hafta sonra Full Force Festival’de izleyip aşırı eğlenirken Ersay’ı anacaktık…
Duşlar alınıp yemekler yenmiş, çadır partimiz içki aşamasına gelmişti. Def Leppard’ın başlama dakikaları yaklaşıyordu ama yerimden kalkmaya niyetim yoktu. Ancak Övünç, huysuzlanmaya başladı. Biz Ersay ile “romu bana az koydun seninki çok oldu” kavgası ederken Övünç “Eeh yeter be” diyerek kamerasını kaptı, ana sahneye doğru koşmaya başladı. Def Leppard’ın sesini uzaktan dinlerken bir yandan Ersay’ın Cengiz Kurtoğlu açmasını engellemeye çalışıyor, bir yandan pişmalığın mırıltısını içkiyle bastırıyordum. Konser bittikten 15 dakika sonra Övünç yüzünde geniş bir gülümseme ile geri döndü. Dedim ki, ne olur anlatma, pişmanlık en sevmediğim duygu. Ama anlattı.
Machine Gun Kelly: Hellfest’in bu ismi neden davet ettiğini ilk günden beri merak ediyorum. (Yetenekli manitası ve gitaristi Sophie Lloyd için olabilir) Kaç kişiye çalacağını, kalabalığın nasıl bir reaksiyon göstereceğini de. Nereden baksan Hellfest kitlesi, 2017 yılında Linkin Park’a bira bardağı yağdırmış bir kitle, MGK’yi lime lime eder. Fakat siklemeyişim merakıma üstün geldi. Sizlere dev hizmet, buyrun merak edeni şuradan izleyebilir. Galiba sahneye Tommy Lee’yi çıkarmış ama ona bakacak kadar bile tahammül edemiyorum bu şeffaf derili oğlana.
Şimdiki sözlerimden sonra cinayete kurban gidersem sorumlusu Nikki Wild’dır arkadaşlar. Evet başlıyorum: Alana döndüğümüzde epey bir Cuba Libre’yi bünyeme depolamış, tam glam havasına girmiştim. Mötley Crüe da başlamıştı zaten. Aralıklı duran izleyici arasından rahatça ilerleyerek sahneye yaklaştığımda gruptan önce dikkatimi çeken ilk şey, hem kendisi, hem dansı, hem sesi güzel iki kadın oldu. Sahnede gruba eşlik ediyorlardı güya. Yalnız, vokalleri biraz fazla mı açıktı? Şarkılarda ağırlıklı olarak onları duyuyordum. Bir de, Vince Neil’ın sesi görüntüsünden sonra kulaklarıma ulaşıyordu sanki. Alkolün beynimde delay’e yol açtığını daha önce deneyimlememiştim. Enteresan. Bu esnada Övünç ve Ersay’dan ayrılmıştım. O nedenle gördüklerimi onlara teyit ettiremedim. Eğlenmeye gayret ettim. Grup da elinden geldiğince eğlendirmeye garet etti, yalan yok. Karşılıklı epey debelendik. Neticeten sahnedeki şey şuydu: Bitmişlik. Eski günlerin ihtişamını ve aşırılığını yaşamak için çok uğraşan, uğraştıkça hedeften daha da uzaklaşan müzisyenler. Üstelik bu müzisyenler geçmişteki efsanelerin yerine gelen aktörler değil, biri hariç hepsi bizzat gerçek karakterler. Ancak kendileri de içini doldurmaya çalıştıkları yaşantıdan tamamen kopalı epey olmuş. Hayatımda Vince Neil kadar yorgun bir frontman görmedim. Bakın yaşlı demiyorum, yaşlanmak dert değil. Ama o gülümsemedi bile. Baktıkça daha çok canım sıkıldı. Durun artık, evinize gidin demek istedim. Para karşılığı seks böyle bir şey olsa gerek. Çalacakları bir sürü hit vardı. Ama artık buradan uzaklaşmak istiyordum, ağlayacak gibiydim. Neden bu kadar kişisel aldıysam… Birkaç gün sonra müzik basınında, bu konserin fan videoları eşliğinde “Vince Neil’ın playback yaptığı anlar kameralara yansıdı” şeklinde haberleri gördüm.
17 Haziran Cumartesi
Kendimi metal için bile olsa sıkıntıya sokmayı hiç sevmem. Uykumdan da fedakarlık edemem. Sadece bugün, sadece Enforceriçin saat kurdum, erkenden kalktım. Koşa koşa en öne yapıştım. Bir önceki grup olan Bloodywood’un seti ortalarına gelmişti. Önce sallamadım, sonra baktım ki ciğer titreten volüm ve mükemmel sounda eşlik ediyorum. Bloodywood kalabalık ve renkli bir ekip. Enstrüman çeşitliliği canlıda insanı hemen yakalıyor. Yeni bir grup olmalarına rağmen çok seviliyorlar, bu kadar kalabalık bir izleyiciyi bu saatte toplayıp mosh ettirmeleri şans eseri değil. Daha önce dinlemediyseniz sırf Jayant Bhadula’nın vokali hatrına bir bakın derim. Konserin bir aşamasında “Hepimizi etkileyen ama konuşulmayan bir konu var: taciz” diyerek güncel bir problemi dile getirdiler. Bu konuşma acaba Till Lindeman’a yöneltilen taciz suçlamaları ile bağlantılı mı diye düşündüm ama grup mental sağlık, zorbalık, taciz gibi konuları sıkça gündemine taşıyan sosyal sorumluluk alan bir ekip. Alkışlar.
Enforcer ergenlik fantezilerimin 3d forma bürünmüş hali. Yıllardır Hellfest’te sahne alacakları günü bekliyordum. Ve onları nihayet hem de ana sahnede görmeye aşırı hazırdım. En öndeydim. Dinlenmiştim, cin gibiydim. Bloodywood’un bitmesinden 5 dakika sonra ilk şarkının girmesi gerekiyordu. HAYDİ! Jonas Wikstrand sahneye çıktı, ama sahneye “giriş” yapmadı. Davula oturup bir baktı etti, olmadı, ardından teknisyen geldi, alet kutusunu açtı, bir şeyleri düzelttiler, Jonas yine baktı. Offf dakikalar geçiyordu ama davulun sesi Jonas’ı bir türlü tatmin etmiyordu. Sonra çocuklar sahnenin kenarında birer birer belirdi. Gelip onlar da enstrümanlarına bir baktılar, geri gittiler. 30 dakika sürecek konserin kıymetli dakikaları tıkır tıkır yeniyordu. Panikten düşüp bayılacaktım. Konser neticeten 13 dakika gecikmeyle başladı. Çıkıp gerçek profesyoneller gibi şovlarını yaptılar. Son derece cool ve havalıydılar. Onlar çalarken bir kaç sefer fark ettim ki tüm sahnenin sesi bir anlığına gidip geliyordu. Bu git-gel bir saniyenin onda biri kadar kısaydı ama fark ediliyordu işte. Ses toptan gidecek ve hiç gelmeyecek diye aklım çıktı. Neyse ki öyle bir şey olmadı. Toplam 5 şarkıyı sahne süresine ite kaka sığdırdılar, çok hızlı veda edip paldır küldür indiler. Hiç bir şey anlamadım. Arkamı döndüm, sönmüş bir balon gibi amaçsızca uzaklara sürüklendim.
Yüksek beklentilerle başlayıp hızlıca yere çakılan gün, biz fanilerin hislerine aldırmadan Riverside ile devam etti. Grubun müziği anlık ruh halime uyuyordu ama festivalin ana sahnesi ve bu saat için bok gibi bir seçimdi. İçimi kararttı. Modumu iyice düşürdü. Dedim ki böyle olmaz, oturmaya mı geldik? İmdadıma metalin antidepresan janrı power metal kürsüsünden Beast in Black yetişti. Yine evde okulda arabada dinlemeyeceğim ancak şu anda gördüğüme çok sevindiğim bir grup. Kurucusu Anton Kabanen, ünlü manga Berserk fanı. Müzik de bu eserden etkiler taşıyor. Solist Yannis Papadopoulos hem çok güçlü bir sese sahip hem de muhabbetli bir kişilik. Grubu ve kendini tanıttı, kalabalıkla konuştu, şarkıları kusursuz seslendirdi. Performansı kendini izletiyordu. Fakat hiç bir şey Máté Molnár’ın bas gitarının çirkinliğinin önüne geçemiyordu. Gözlerim kanadı.
Rock – metal dünyasının en üretken bireylerinden biri Maynard James Keenan. Ürettiği en özgür oluşumlardan biri de Puscifer. Grup mu, solo proje mi giyim markası mı nedir bilmiyorum. Her şeyiyle acayip kafamı karıştırıyor. Ama tabii ki bakması çok eğlenceli olacaktı. Herkes Ana Sahne 1’in önüne üşüştü. Sahne iki katmanlı düzenlenmişti. Teatral olayların yaşanacağı anlaşılıyordu. Övünç de fotoğrafçıların sırasına girdi. Bu sıra o kadar uzundu ki pit’e alınması konserin ortasını bulacaktı. Grup siyah giyen adamlar stili kostümleri ile sahneye geldi. Maynard kısaca kendilerinden bahsetti: “Selam. Telaşa mahal yok. Biz normal bir metal grubuyuz. Burdaki diğer metal grupları gibi sik mik diye konuşacağız. Biz ne değiliz onu söyleyeyim, dünya üzerinde uzaylı yaşam formu araştıran gizli bir devlet örgütü kesinlikle değiliz.” Sonra olaylar başladı. Maynard ve Carina Round’un karınlarından çıkan mikrofon ayakları hem çok çirkin hem çok ilgi çekiciydi. Performans boyunca robotsu tuhaf personalarını hiç bozmadılar. Maynard’ın video monologları, İngilizcesi kıt Fransız izleyicinin algısından sekip yere düşüyordu ne yazık ki. Multi enstrümentalist Carina’nın çalımları, vokalleri ve canlandırdığı karakter ise aşırı etkileyiciydi. Tamam Maynard çok yetenekli ama bu kadın da yıkılıyor, dersine de çok iyi çalışmış. Sahneye ajanlar geldi, uzaylıları kovaladılar, sonra bebek-adam gibi bir şeyler geldi, beynimiz aktı. Derken baktım sanatçıların takıldığı balkondan konseri ilgiyle izleyen iki tanıdık sima var: Enforcer’dan Olof Wikstrand ve Garth Condit! Giymekte olduğum Güray Topaç Tekstil bootleg Enforcer tişörtüme güvenerek HELLOOO diye el salladım. Sağ olsunlar onlar da bana el sallayıp, kamerama neşeyle poz verdiler. Bu konser de böyle bir anıyla taçlanmış oldu. Fotoğrafı story olarak paylaşmamın ardından bira içmeye davet edildim ama koşuşmada yetişemedim. Alacağım var sizden Enfo.
Spiritüel bir insan değilim, telkin ikna beyin yıkama bana uğramaz. Ama sanırım Myrath bir tarikat olsa derhal katılırdım. Çadırın önünden dümdüz yürüyordum ki Zaher Zorgati’nin insan üstü vokali beni ensemden yakalayıp Temple çadırın içine çekti. Neye uğradığımı şaşırdım. Ne yeryüzünde böyle bir müzik olduğundan haberim vardı ne de böyle bir sahne şovu izlemiştim. Çadıra girdiğimde, oryantalist sahne dekoru ilk anda tadımı kaçırdı: Selçuklu mimari üslubunda cami ve medreselerden aşına olduğumuz geçmeli yıldız ve çokgen motiflerinden oluşan kapı ve sütunlar. Orient’ten kaçarak bu kadar yol gelen ben bir anda Kayseri Çifte Medrese’yle karşı karşıyaydım. Bu dekorun önünde bir dansöz dans ediyordu. Çalan müzik ala turka veya arabik olmamasına rağmen dansözün dansı müziğe çok yakışmıştı. Tunuslu grup tarzını “Kızgın Çöl Metali” olarak adlandırmış. Yaylı çalgıları simüle eden klavye melodileri ve nameli vokalleriyle bu müziğin metal olarak adlandırılmasına hiç bir itirazım yok. Duygulu akışın içinde upbeat melodiler bana Villagers of Ionnania City’da hissettiklerimi hatırlattı. Biraz daha sıcağı, güneylisi. Şarkı aralarında Zorgati bizlere kimi zaman İngilizce kimi zaman Fransızca olarak seslendi, şarkılara girizgah yaptı. Bir saat boyunca tüm ilgimizi üzerinde tutmayı başardı. Ateş dansçıları, gladyatörler dansözler yetmezmiş gibi konseri havaya yükselme numarası ile tamamladı. Veda ederken “Ben buraya konser vermeye değil aklınızı almaya geldim” der gibiydi. Tüm konseri izlemeseniz de şu sahneye çıkış nedir, bir bakın ya:
Iron Maiden’a sahne şovunu sadeleştirdiği için çok teşekkür ederek başlamak istiyorum. Zaten bi kere sahneye uçak getirdin mi limite dayanmış oluyorsun herhalde. Bu konser “The Future Past” turnesinin bir ayağı olduğundan, dekorun teması da Somewhere in Time ile Senjutsu albümlerinin bir birleşimiydi. Futuristik artı Japon her zaman kazanan bir formüldür. Renkli neonlu ilgi çekici dekorun önünde Bruce Dickinson, geçmiş gardroplarına kıyasla oldukça şaşaasız bir kostümle belirdi. Bir iki aksesuar dışında abartısızdı ama görsel olarak yaratılan dünya ile çok uyumluydu. Ayrıca acayip fit ve yakışıklıydı. Özellikle Steve Harris’in yanında. Harris müzikal performans olarak yine top noktadaydı, ancak biraz yorgun gördüm. Sağlığının yerinde olduğunu umuyorum. Turneye uygun olarak Somewhere in Time ile Senjutsu albümlerinden 5’er şarkı çaldılar. Senjutsu’yu sevmiyorum o kısımlar sıkıcı geldi. Ama geri kalan setlist klasiklerden oluştu ve bizi acayip mutlu etmeye yetti. Dickinson bu ülkede sahne aldığında Fransızcasını konuşturmayı seviyor, yine muhabbetten kendini alamadı. Merak edip yerlisine sorduk “Kralın Fransızcası nasıl?” diye. “Eeh işte” cevabını aldık. Bunlara da bir şey beğendiremezsin.
Clutch doom, stoner gibi alt türlere ev sahipliği yapan Valley sahnesinde çalacaktı. Zaten geçmişte de hep Valley’de izlemiştik. Ama bu sene bir boktanlık söz konusuydu: Normalde konser alanına giriş yaptığınız anda tam sağ tarafınıza düşen ve 3 tarafı açık olan Valley sahnesi, bu sene alanın uzak sınırına taşınmış. Çünkü Valley’nın bulunması gereken merkezi noktaya Merch binası dikilmiş. Tebrik ederim bokum gibi bir karar. Manyaksı kalabalıkta Clutch’a yürüyene kadar konserin yarısı kaçtı. Yine de Electric Worry dahil olmak üzere bir çok başyapıtı dinleyebilme şansımız oldu. Ama bir daha Valley’e gelmemeye yemin ettim. Arkadaş, Clutch belli ki çok sevilen bir grup, zaten o yüzden headliner. Kalabalık olacağı kesin. Gel gör ki sahnenin bir yanı ve arkası festival alanının sınırını oluşturan çitlerle çevrili. Hem hızlıca giremedik, hem hızlıca çıkamadık, hem güzel bir görüş pozisyonu alana kadar şarkıları kaçırdık. ÖF! Olsun, Clutch mükemmeldi, Neil asla yaşlanmamış. Hatta gözleri daha da deli bakıyor.
Ayı gibi kalabalıktan kendimizi çıkarıp da Meshuggah izlemek için Altar’a döndüğümüzde bende bilinç namına pek bir şey kalmamıştı. Övünç’ün fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla çok eğlenmişiz. Sonrasında VIP’e geçip dans bile ettiğim rivayet ediliyor. Oto pilot modum sağ olsun.
18 Haziran Pazar
Accuweather bir yandan, Hellfest uygulaması bir yandan bugün için fırtına uyarısı yapıyordu. Gözümü açıp kapalı kasvetli bir havayla karşılaşınca gelmekte olanın kokusunu bizzat aldım. Ersay erkenden kalkıp Resolve izlemeye, alanın en ücra köşesindeki Warzone sahnesine gitmişti. Sağanak yağmura orada yakalandı. Ben Övünç’e göre biraz erken hareket edip basın alanına geldiğim için fırtına başladığında VIP barda kahvemi yudumluyor, yağmura bakarak zihnimde klip çekiyordum. Yağmur biraz yavaşlayıp üçümüz nihayet buluştuğumuzda saat öğlen 1’e geliyordu. Övünç fırtınayı çadırda atlatmıştı ama Ersay bitik durumdaydı. Bu tatilde yüzünü ilk kez asık gördüm. Son derece de haklıydı. İnsanın ayakkabılarının içi su dolunca bir varoluşsal kriz geliyor. Onu iyi edecek şey bir kaç saat uzağımızdaydı.
Bill’de beni en çok heyecanlandıran isimlerden biri de Evil Invaders idi ve yağmurda güme gidecek diye ödüm kopuyordu. “Altar’a mı geçsek? Artık o tarafa gitsek mi? Yağmur sanki yavaşladı di mi?” diye hop oturup hop kalktım. Neticeten muradıma erdim. Bu manyakların kliplerinden nasıl bir şeyle karşılaşacağım bir tık belli oluyordu. Yüz yüze gelince o enerji dalgasının tokat gibi çarpışı beni sarstı. Grup modern thrash / speed metalin en iyilerinden. Joe (Johannes Van Audenhove) çok karizmatik bir lider. Çığlıklı gırtlaklı vokalinin yanında lead gitarları üstlenmek sanki çok kolay bir işmiş gibi gösteriyor. Her ne kadar çok yeni bir şey yapmıyorlarsa da, iyi beste hatta iyi albüm azımsanacak bir başarı değil. Buna sahne şovlarını da ekleyebiliriz artık. Bazı arkadaşlarım “Her taraf metalcore oldu, eskisi gibi metal yapılmıyor” diye şikayet ediyorlar. Bütcher, Evil Invaders bunlar hep klasik metalin sigortası. Tek şikayetim, keşke hava karardıktan sonra sahne alsalardı.
Hollywood Undead, izlemeyi planlamadığım fakat denk geldiğime çok sevindiğim bir başka isim oldu. Rap rock gibi, nu metal gibi bir müzik ve sahneye maske ile çıkıyorlar ama sound agresif değil. Neşe veren dans ettiren cinsten. Konserin ortalarında davulcu “Special Tony”nin davul solosu için tezahürata davet edildik. “Spee şıl! spee şıl!” diye Tony’yi gazladık, o da solosunu attı. Üzerine “Pekiyi siz Speşıl’ın sesini hiç duydunuz mu” diye sordu J-Dog. Yok dedik duymadık. O zaman Bon Jovi’den Livin On A Prayer oku bakalım dedi, Special da davulun üzerine çıkıp, Bon Jovi’nin çıplak vokali üzerine play back yaptı. Kalabalık çığlık kıyamet. Mükemmel, tam benlik saçmalıklar.
Arkadaşlar şimdi çok kısa “As bayrakları” yapacağım, müsaadenizle. She Past Away için “Hellfest sahnesindeki ilk Türk grubu” bakış açısı ile değerlendirme yapmak, onların kariyerine büyük haksızlık. Onlar bu sahneye numunelik olarak çıkmadılar. Onlar dünya müzik sahnesinin kendine özgü, son derece başarılı ve deneyimli aktörleri. Buraya bu sebeple davet edildiler. Ama orta doğulu refleksi işte, “Vay kardeşlerimize bak be!” diyerekten, başarısında hiç bir katkım olmayan bir işten gurur duymaktan kendimi alamadım! Sahneye çıkmalarından epey önce çadıra gittik. Konser yaklaşırken biriken kalabalığı, yüzümde engel olamadığım bir gülümseme ile izledim. Konser başladığı anda herkes dansa başladı ve sonuna kadar kimse durmadı. Üstelik şarkılara eşlik ettiler! Ben de kalabalıktaki tek Türkçe bilen olarak şarkılara eşlik ederken havam olacak sanıyordum. Heyecanlı oldukları izlenimine kapıldım ve buna ilk başta şaşırdım. Fakat bir de sahnedeki insanın gözünden bakmak lazım, buraya gelebilecek kalibrede olmak heyecanını kaybetmeyi gerektirmiyor. Seyirci ile iletişim görevini Doruk Öztürkcan üstlenmişti. Kısa, öz ama sıcak kanlı konuştu. Volkan Caner ise moody ve karizmatik frontman olarak şarkılar hariç sessizliğini korudu. Konser bitiminde kısaca teşekkür edip sahneyi terk ettiler.
Her sene obsesyon haline getirdiğim bir sanatçı oluyor. Bütün sene canlı görmeyi hayal ediyorum, görme imkanına kavuşursam da cinnet getiriyorum. Bu seneki obsesyonum Electric Callboy idi. Ve evet, cinnet gibi eğlendim. Grubun geçmişteki versiyonu asla ilgimi çekmiyorken Nico Sallach’ın gelişi bir milat oldu. Grubun müziği, ismi, şaka kalitesi – adeta alın yazısı – tamamen değişti. We Got the Moves’u ilk önce klibi ile izledim. Aklım çıktı. İlk seferde beni pençesine aldı. Grubun bu yeni hali kayıtsız kalamayacağınız bir tarz. Her şarkıda break down, hepsi kaliteli, hastasıyım. “Koltuklarınızı dik konuma getirin kalkışa geçiyoruz” içerikli intro videosu ekranlarda dönmeye başladığında en önde yerimizi alabildik. Bir patlama gibi sahneye çıktılar ve 50 dakika boyunca mükemmel bir parti yaşattılar. Setlist bir şarkı hariç tamamen 2020 sonrasından oluşuyordu. Her bir şarkı için ayrı hazırlanmış görsel, şarkılara eşlik edip kalabalığı korkunç gazladı. MC Thunder şarkısında “Şimdi herkes kolunu yanındakinin omuzuna atsın! Önce 8 adım sağa 8 adım sola gideceğiz” dediler. Yanımdaki arkadaşın beni de katması ile efektif olarak halay başı olmuş oldum. Beklemediğim bir sıfattı fakat halay başı olmak herkesi mutlu eder. Son şarkı We Got The Moves’un introsu ile herkes istemsiz olarak güvercin kafası dansına başladı, dev bir mosh pit ile devam etti. Sen bu Hellfest’i eurotrash ile nasıl dans ettirdin koca Callboy. Helal olsun. Botlarımın ve çoraplarımın ıslak olduğunu bana unutturdukları için onlara teşekkür ederim.
Incubus son anda sahnelerini iptal ettiklerini duyurdu. Bu kadar son dakika bir iptal pek görülmemiş bir şeydi. Sağlık gerekçesiyle olduğunu öğrenince oldukça endişe ettik. Halen iptalin arkasında ne olduğunu bilmiyorum. Brandon Boyd’un başka bir kaç konseri daha böyle son dakika iptal ettiğini öğrendim. Geçmiş olsun diyelim.
Tenacious D kendini gerçekleştirmiş bir kehanet. Aynen kutsal anlatı “Pick of Destiny”de olduğu gibi, rockstar olmak için yola çıkan bir müzik sevdalısının hayallerine ulaşması ve kitleleri peşinden sürüklemesinin hikayesi. Sahne önünde biriken ve tüm konsere hep bir ağızdan ezbere eşlik eden kalabalık da bunun kanıtı. O nedenle D’yi Dethklok veya Belzebubs gibi gruplarla aynı kefeye koyamıyorum. Konser, daha önce izlediğimiz teatral trafik ile neredeyse birebirdi. Zaman içinde bir iki şaka eklenmiş tabii. Fakat yorgun bir rutin değil. Çünkü dinamo Jack Black ve Jack Black metal ile ilgili hiç bir şeyi kerhen yapmaz. Bu konserde de kendini performansa %200 adadı. Hellfest’te karşısına çıktığı kalabalık da muhtemelen hitap ettiği en büyük kalabalıklardandı. Konser sona erdiğinde, dedik ki D’yi kesinlikle turnede yakalamalıyız.
Arkadaşlar Pantera konusu hassas, Pantera konusu kutuplaştırıcı. Farkındayım. Anselmo et kafalı ırkçı bir hödük, aldım kabul ettim 666. AMA: ben bu konseri izleyecektim ve bu konuda aşırı heyecanlıydım. Pantera çocukluğum lan. Ana sahne karşısında yerimizi aldık ama demirlere yaklaşmak imkansızdı. Kiss için bile daha yakına girebilmek mümkün olmuştu. Pantera kitlesi geçit vermez bir duvar gibiydi. Sahne saati yaklaştıkça saflar da sıkılaştı. Konser, Dimebag ve Vinnie’yi bir de geçmiş günleri anma niteliğinde kolaj bir video ile açıldı. Zaten bu turne de “Legacy” adıyla tanıtıldı. Turne tişörtlerinin sırtında “For The Fans, For The Brothers, For Legacy” (Fanlar için, kardeşlerimiz için, miras için) yazılı. Şimdi, ticari bir girişimin bizler için, bizlere iyilik olsun diye gerçekleştirildiğine inanmamız beklenemez. Bu ifadeyi, rahmetli Vinnie Paul’ün “Dime öldüğüne göre, artık Pantera’yı birleştirmek (reunion) diye bir şey mümkün olamaz.” lafını yutmamak için gündeme getirdikleri aşikar. Bu arada adam son derece haklı. Dimebag’in yerine Zakk’i koymakla hakikaten Pantera olmuyormuş. Pantera’nın tek gitarla bu beton sound’u çıkarmasının müsebbibi, bir neslin dimağına kazınmış Dimebag tonu. Bak, “Dimebag Tonu” derken bile kalbim hafif hızlanıyor. Zakk ise kendi set up’ı ile bunun yanına bile yaklaşamadı ne yazık ki. Bize de elimizdeki ile yetinmek kaldı. Aman derdimizi seveyim. Setlist beklendiği üzere hitler geçidiydi. Anselmo’nun kitle ile iletişimi oldukça sakin, alçak gönüllü ve samimiydi. Walk’a “Şimdiki şarkıyı 17bin kere dinlediniz. Bir kez daha dinleyeceksiniz” diyerek girdi. Vokal performansı için mükemmel sıfatını uygun buluyorum. Konser sona erdi, veda konuşmasını yaparken ağzında sakız olduğunu farkettim. Bu ayı bütün vokalleri ağzında sakızla çıkarmıştı. Res pect. Yalın ayak çıktığı sahneyi, arkasına basılı ayakkabılarını eline alarak yine yalın ayak terketti.
Çilekeş Testament, kalender Testament. Festivalin en büyük headliner’larından biri olan ve festivalin kapanışını yapacak olan Slipknot ile aynı saatte, çadırda sahneye çıktı. Hep bu slota layık görülüyor. Ya Metallica ya Rammstein ya Slipknot ile çakışıyor. Olsun, çadır her şekilde tıka basa doluydu. Mayıs ayı sonunda aldığımız üzücü habere göre Alex Scolnick bu gece aramızda olamayacaktı. Hasta annesinin kötüleştiğini haber almış, bu nedenle Avrupa turnesinden çekilip eve dönmüştü. Yerine Phil Demmel bakacaktı. Bakalım nasıl olacak derken bir baktık kral görevinin başına geri gelmiş! Bu güzel bir sürpriz oldu. Chuck Billy ilk kez air guitar çalmayı çok sevdiği mikrofon demiri olmadan sahneye çıktı. Neşesi yerindeydi. Gelir gelmez öndekileri civciv gibi avuç avuç penayla yemledi (Çalınmamış penaya da koşmam sanki, ne bileyim.) Rise Up diye girdi, old skool bir setlist ile devam etti. Practice What You Preach ve Electric Crown benim favori anlarımdı. Low’dan bir şeyler çalmaması ise konserle ilgili tek şikayetimdi.
Festival geleneksel olarak havai fişek gösterisiyle kapanıyor. Bu gösteri son konserin bitiminden sonra başlayıp yaklaşık 10 dakika sürüyor. Bu sefer gösteriyi, Testament konseri devam ederken başlattılar. Bizler konserin son şarkılarını dinlemeye çalışıyorduk ama bir yandan patır kütür atılan, oldukça da ilgi çekici görünen havai fişeklere gözümüz kayıyordu. Muhtemelen gruba biraz ayıp oldu. Sevgili organizasyon, 10 dakika bekleseniz de her şey sona erse? Doğrusunu söylemek gerekirse havai fişek gösterisi vaktinde başlamıştı. Vaktinde olmayan ise Testo’ydu: Grup festivalin son gig’i olmanın verdiği yetkiye dayanarak seti biraz sarkıtmıştı. Keza son şarkı bitip son pena fırlatıldı, gitmek için arkamızı döndük ve çadırın yarısının sökülmüş olduğunu gördük. Görevliler asla vakit kaybetmiyorlardı. Biz üzerinden atlayamadan kız kabloları söküp topladı. Beni de yakalasa yüzümü yıkayıp pijamamı giydirivereceklerdi. Büyük bir verimlilikle her bir köşeyi karınca gibi saran ekip, bizleri ya çıkışa ya da after party için VIP kısmına sürdü. İşte şimdi bu güzide organizasyonun canımı sıkan bölümlerinden biri başlıyordu: mesai bitimi çadıra dönüş. Festivali öve öve bitiremiyormuşum gibi oluyor ama tabii bi pek çok abuk durum da gerçekleşiyor. İnsan oradayken bunları çok hızlı göz ardı ediyor. Buradaki sınırlı vaktimi öf pöf ederek heba etmeyeyim diyorsunuz. Yine de çok büyük bir festivali sorunsuz yürütmek için organizasyonun icat ettiği 5 saçmalığı kapanışta sıralamak isterim:
1- Festival alanı, çadır alanı, VIP, Basın bölümü falan her yerin bir giriş bir çıkış kapısı var. Bu kapılarda da görevliler var. Bileklikleri ve gerektiğinde çantaları kontrol ediyorlar. Ama her gece bir saatte girişler kapanıyor (o saatin kaç olduğunu halen çözemedim). Girişler kapandı mı, çıkış yaptığınız bölüme artık geri giremiyorsunuz. İçeride etkinlik devam ediyor olsa bile. Ne yapıyorsunuz peki? Festival alanının en dışına çıkartılıyorsunuz. Nerede olduğunuza bağlı olarak yalnızca dışarı çıkmak yaklaşık 2 km.lik bir yürüyüş. Çıktınız tamam, asfaltın üstünde dımdızlak kaldınız. Şimdi ne olacak? Eğer kombine bilekliğiniz varsa çadır alanının arka kapısına kadar yürümeniz gerekiyor. Çünkü artık sabah 8’e kadar tek giriş orası. Hızlıca uyumak isteyenlere boktan bir sürpriz. Kombine bilekliğiniz yoksa gün bitti, tıpış tıpış evinize. Peki, kombine var da, DJ çadırındaki partide arkadaşınız sizi bekliyorsa? O zaman önce en dışarıya, oradan çadır alanının arka kapısına, oradan ön tarafa oradan Metal Corner’a derken yapmanız gereken yürüyüş 5-6 km.’yi bulacak. Bu kadar kafa açan bir eylem olamaz.
2- Hellfest’te duş paralı. Sen alacak duj? Verecek 6 Yuro. (Her sefer değil canım, bu bedel tüm festival boyu kullanım için.) Bir de tüm duşlar tek bir noktada toplanmış. Sayısı da oldukça az. Toplamda 20-25 kapalı kabin, 4-5 sıra boru üzerine dizilmiş bir sürü de açık duş var. Kapalıda da açıkta da kadın-erkek ayrımı yok. Çıplaklıktan çekinmiyorsanız işiniz biraz daha kolay, açıktaki duşlarda sirkülasyon hızlı. Ama her halükarda sabah erken saatten başlayarak duşlar önünde uzuuuun kuyruklar oluşuyor. Benim gibi bu kuyruğu beklemek istemezseniz, konserlerden feda ederek boş ve soğuk akşam saatlerinde yıkanmak zorundasınız. Yalnız güneş battığında tam kuruyamadığınız için dönüş yolunda bir dakika içinde yeniden toz ve ter içinde kalıyorsunuz…
3- Eğer ağız tadına düşkünseniz, yiyecek standlarındaki sıcacık ve gerçekten lezzetli yemekler sizi kandırabilir, bütçenizi hızlıca yok edebilir. Çünkü festival alanında yemek yemek çok pahalı. Bir porsiyonu 11-12 Yuro’dan başlıyor ve ne yazık ki bir porsiyon bir öğünü çıkarmaya yetmiyor. Biz marketten alıp çadıra stokladığımız yemeklerle bu işi çözüyoruz. Tabii bu yemekler de sıcağa-soğuğa dayanan hazır gıdalar olmalı. Konserve yemekten gocunacak değilim! Fakat bu ekonomik beslenme yöntemi de insanın konser izleme vaktinden çalan bir angarya.
4- Cashless denen illet sırf Hellfest değil artık tüm festivallerin benimsediği bir uygulama. Bilekliğinizdeki chip’e para yüklüyorsunuz. İster nakit ister kart ile. Yüklediniz mi? Tamam. Artık yiyecek, içecek, grup tişörtü, festival merch’ü, kahve, kiraladığınız kilitli dolabın depozitosu, aklınıza gelen her şey buradan çekilecek. Para bittikçe, ya “uygulama”dan ya da cashless veznelerindeki insanların yardımı ile fiziksel olarak bilekliğe para yükleyeceksiniz. Ama siz bir Türk olarak “uygulama”yı unutun. Uygulama bizim bankalarımız ile entegre değil. Festival bittiğinde bileklikte para kalmışsa, nakit olarak geri alamıyorsunuz, karta da yatırtamıyorsunuz. Ancak o entegre olamadığımız uygulama ile iade alınabiliyor. Dolayısıyla varsa bakiyeyi iki yanağından öpüp Hellfest’e heba edeceksiniz. “Heba edeceğime kaç para kaldıysa o kadar bira alırım” dediğinizi duyar gibiyim. Ama herkes aynı şeyi düşününce bilin bakalım ne oluyor? SIRA evet. Çok çok uzun sıra. Pazar gece yarısı yaklaştıkça standlar kapanıp tek bar açık bırakıldığı için o son 5 birayı almanız 5 saat sürebilir.
5- Dönüş depresyonu. Ben başa çıkmak için deneyimlerimi sizlerle paylaşıyorum, anlatırken tekrar yaşıyorum. Başkaları nasıl başa çıkıyor bilemiyorum.