Jekyll ve Hyde Müzikali: Brutal Dokunuşların Hissettirdikleri
13 Ağustos 2023Konser İncelemesi: Soen (3 Eylül 2023)
9 Eylül 2023Bu yazıyı sizlere ulaştırmadan önce, Wacken Open Air’e gidip dönmeyi beklemiştim. Her iki festivalin de Almanya’da gerçekleşmesi nedeniyle organizasyon, fiyatlar, izleyici profili gibi açılardan bir karşılaştırma yapabilmeyi umuyordum. Fakat eminim duymuşsunuzdur, bu sene WOA biraz cinnete dönüştü:
Hava şartlarının sertleşmesi, fırtına ve yağmur nedeniyle ilk olarak 31 Temmuz günü WOA araç girişine kapatıldı. Bu duyuru yapıldığında çoktan yola çıkmış insanlar, festival alanına ulaşım sağlayan otoyollarda onlarca kilometrelik kuyruklar oluşturdu. İnsanlar araçlarında beklerken su ve yiyecekleri tükendi. Bu nedenle festival yönetimi çevre otoparklarla anlaşarak bu kalabalıkları 20 km yarıçaplı bir alandaki bazı otoparklara yönlendirdi. Millet bu alanlarda konaklamaya gayret ederken, biz biraz daha uzaktan gelişmeleri takip ediyorduk. Bizim ulaşmayı umduğumuz 2 Ağustos Çarşamba sabahı “Arrival Stop” başlığı ile yayınladığı kırmızı bir bültenle festival, yeni izleyici girişlerini tamamen durdurduğunu duyurdu. İstersen sürünerek gel, artık nasıl ulaştığının önemi yoktu. İçeride güvenliği sağlamanın gittikçe zorlaşması nedeniyle, artık bilet alan tüm kitlenin içeri alınması mümkün değildi. Yalnızca içeriye giriş yapmış olan izleyiciler ile programa devam edilecekti. Tabii kıyamet koptu. Bir çok insan büyük masraflar yaparak binlerce kilometre yol kat etmişti. Şimdi kapıdan dönmeleri söyleniyordu. Kaybedilen zaman, bu masraflar ne olacaktı? Ayrıca binlerce kişi içeriye girmiş, festivalin tadını çıkarırken bu nasıl bir ayrımcılıktı? Festival toptan iptal edilmeli, bilet paraları iade olmalıydı. Forumlarda ve Instagram’da bu şekilde isyan eden insanların yanında, durumu olgunlukla karşılayanlar da vardı: “Ne yani, sen giremedin diye herkesin eğlencesi bölünsün mü istiyorsun? Güvenlik ikinci plana atılsın da can kaybı mı yaşansın yani? Evine dön ve zırlamayı kes, hayat bu. Daha kötüsü olabilirdi.” Bunun yanında, festivalde sahne alacak küçük ölçekli grupların sahneleri de iptal olmaya başladı. Türk Black Tooth da bunlardan biriydi. Bu durum, isyanı daha da alevlendirdi. Ancak festival devam etti. Önceden ayarlanmış otomatik postlar dahil eğlenen, konser izleyen, çamurda debelenen insanların görselleri eşliğinde düzenli postlar ve storyler paylaşıldı. Yorum yazanlardan bazıları şunu ifade ediyordu: “Yasağa rağmen biz kapıya geldik, görevliler hiç bir sorun çıkarmadan bizi içeri aldılar. Siz de çaba harcasaydınız gelseydiniz.” Bunun üzerine kurallara uyanlar, direktifleri dinleyenler “enayi” konumuna düşmüş oldu. Bu da yeni bir tartışmayı alevlendirdi. Festivalin tüm paylaşımlarının altı ilk önce sinirli yorumlarla doldu. Günler geçtikçe sinir yatıştı. “Bari canlı yayın açın da evden bakalım” denildi. Daha sonra “Harika, çok güzel, çok özendim” diyenler ön plana çıktı. Neticede ne mi oldu? 2024 biletleri satışa çıktı ve tabii ki dakikalar içinde tükendi.
Biz mi? Biz “Arrival Stop” haberini aldığımızda garda dev bavullarımız sırtımızda, Hamburg trenine adım atmak üzereydik. Hamburg’da alternatif bir konaklama imkanımız mevcut olmadığı için bu haber bizi korkuttu. Festivale alınmayacaksak trene binmek artık mantıklı değildi. Kaldı ki, festival için bir panelvan kiralamıştık. Bu panelvan hem ulaşım aracımız hem de 3 gün 4 gece boyunca evimiz olacaktı. Ya araba çamura saplanıp çıkamazsa? Ya dönemezsek? Ya traktör bizi çamurdan çekerken aracın kıçı başı oynar da bir de hasar masrafı altında kalırsak? Festivaller benim için hayatın dertlerinden kaçma, tasasızca eğlenme aracıydı. Bu kadar endişe yaşayacaksam, memlekette endişenin en kralı vardı hem de bedava. Övünç ile kös kös trenden uzaklaşıp garın cafesine oturduk. Bu geri adımı attığımız anda Wacken’a olan erişimimiz tamamen kesilmiş oldu. Çünkü artık “Gelin” deseler bile yeni bir tren bileti almak kişi başı 150 Euro’lardan başlayacaktı. Deutsche Bahn zaten biletinizi değiştirmenize, açığa almanıza da müsaade etmeyen bir gaddar şirket. İçimize kaçan masrafları sineye çekip birer Carlsberg açtık. Avrupa’da yerleşik sevgili kankamız Zeynep’in bize evini açması sayesinde dönüş uçağımızın gününü sakin ve nezih bir şekilde beklemeye başladık.
Full Force mu? O da şu şekilde oldu:
Hellfest üzerimizden buldozer gibi geçmişti. İkinci maraton öncesi detoks için sadece 3 günümüz vardı. Ama yaymaya başlamadan önce, ülke değiştirmemiz gerekiyordu. Clisson’dan Nantes’a oradan Paris’e geçtik. Bir gecemizi tren garında bir otelde geçirip sabah erkenden Leipzig’e doğru yola çıktık. 8 buçuk saatlik tren yolculuğunun ardından nihayet Berlin’in 200 km güneyindeki zarif şehir Leipzig’e vardık. Perşembe gününe kadar sırt üstü yatıp yalnızca C vitamini ve ginseng çayı ile beslenmek istiyordum.
22 Haziran Perşembe
Full Force Festival “Warm Up Party” ile kapılarını açacağını duyurmuştu. Kararsızdık, gidip partilenmeli mi, enerjiyi idareli mi kullanmalı? Bir araba kiralayarak festival alanı olan Ferropolis’e ulaşmayı planlamıştık, o nedenle konforumuz bir tık yukarıya taşınmıştı. Perşembe akşam üstü kiralama şirketine doğru yürürken, ufukta kara bulutların yaklaştığını gördük. Aracı teslim alıp çıktığımızda ise telefonumuza ardı ardına gelen “kırmızı alarm” başlıklı uyarıları fark ettik. Bu uyarılara bakılırsa dev bir fırtına bize doğru geliyordu. Bu nedenle festivalin tüm açılış etkinlikleri iptal edilmişti. Yola çıkanların geri dönmeleri, tren garına varanların ise gardan dışarı çıkmamaları söyleniyordu. Tamam dedik, bu gece gitmiyoruz. Sağ olsun araba kiralama şirketi, bizim önceden rezerve ettiğimiz giriş seviyesi tırt Opel’in elinde kalmaması sebebiyle “Size onun yerine 4×4 bir Volvo XC60 vereyim” demişti. Bu ikame mükemmel denk gelmişti, tam da yağışlı havada kırsala gitmelik araç. Fakat fırtınada arabanın üzerine ağaçlar falan devrilirse 56 yıl Sixt’te cam suyu doldurup lastik şişirmemiz icap edecekti.
23 Haziran Cuma
Sabah kalktığımızda, fırtınanın geçtiği haberini aldık, festival uygulaması bizi alana davet ediyordu. Sevindik fakat “fırtına bitti” demek “yağmur bitti” demek değilmiş… Toparlanıp yola çıktık, kamp alanına girip çadırımızı kurduk. Bu gece sahne alacak olan Sylvaine, röportaj ricamıza olumlu cevap vermiş, saat 5’te bizi bekliyordu! O vakte kadar biraz konser izleyelim dedik ama, çadır kurmamız biter bitmez şiddetli bir yağmur başladı. Olsun, yağmurluğu çizmeleri şapkaları donandık, alana doğru bir adım attık, ikinciyi atamadan festival görevlisi efendi bir çocuk belirdi. Çadırımızı yanlış kurduğumuzu, kaldırıp bir metre öteye taşımamız, kapısını da şu tarafa döndürmemiz gerektiğini söylüyordu. Bayılacak gibi oldum. Genç yaşına bakarak otoritesini alt edebileceğimi sandım ve uzun uzun dil döktüm. Ama kibarlığı ve mantıklı açıklamaları ile bana boyun eğdirdi. “Bari yağmur bitince yapsak?” diye yalvardım. Kendisi buraların çocuğuydu, yağmurun hiç bitmeyeceğini biliyordu. Satan bir güç verdi, kaldırıp taşıdık. Tükenmişlik sendromuna boyun eğmeden tekrar alana yöneldik.
UnityTX için Backyard sahnesini bulmamız gerekiyordu. Uzun aramalardan sonra festival arazisinin arka cebinde bu “sahne”ye ulaştık. Full Force Festival’in düzenlendiği Ferropolis acayip bir yer. Eski bir maden arazisi. Her yer, ömrünü tamamlamış endüstriyel ekipmanla dolu. Backyard sahnesini de bu prensiple eski konteynırlardan inşa etmişler. İki konteynır yüksekliğinde ve enine bir konteynır genişliğinde. Belediyelerin iki şerit yol arasındaki boşluğa çimen ekip ortasına “Bilmem Ne Parkı ve Yeşil Alanı” diye tabela asmasını andıran bir girişim. Bu mini sahnenin sağı solu da duvarla çevrili. Yüksek volüm kaçamadığı için bu koridor insan algısının sınırlarını zorlayan bir yer halini alıyor. Texaslı UnityTX, hardcore veya crossover sevmiyor olmama rağmen ilgimi çekti. Shaolin G agresyonu güce dönüştürebilmiş çok yönlü bir vokal. Rap’inin kalitesini değerlendiremiyorum ama brutalleri gayet sağlam. Roc Sh!t de Revolver tarafından 7 Temmuz haftasında “Yeni çıkan en iyi 6 şarkı” arasında gösterilmiş. Ön tarafta mosh edenler çamuru fırsata çevirip hemen bir festival klasiğini hayata geçirdiler: Kendini çamura bulama ritüeli
Saat 5 olmak üzereydi ancak ne yazık ki Sylvaine’den kötü haber vardı: Bu yağmurda kulisten çıkıp röportaja gelmesi mümkün olamayacaktı. İmkanlar el verdiğince kuru kalmaya çalıştıklarını yazdı. Aşırı da haklıydı. Röportaj başka bahara kaldığından, kendimizi yeniden selin akışına bıraktık. Bizi ana sahneye yöneltti.
Annisokay’in müziğine aşinalık bile geliştirmemiştim. Allah affetsin bazı metalcore grupları bana birbirinin aynı geliyor. Gerçi baktım, bu post-hardcore imiş. Daha fena. Ama festival alanında gençlerin yeleklerinde patch’leri, üzerlerinde tişörtleri sık sık gözüme çarpmıştı. Bu durumu ihbar kabul edip izlemeye karar verdim. Ann hem performans olarak hem izleyici sayısı olarak ana sahneyi dolduran bir grup. Brutal vokaller sorumlusu olarak 2019’da Dave Grunewald’ın yerini alan Rudi Schwarzer mükemmel bir iş çıkarıyor, ben yeni çocuğa kefilim.
Festivalin en güzel sahnesine geçiş yapma vakti nihayet gelmişti: Medusa Sahnesi. Burası Gremminer Gölü’nün kıyısında haliyle acayip manzaralı. Bu muhteşem sahnede Mantar çıkmak üzereydi. Biliyorsunuz geçen sense Ekim ayında İstanbul’da da izleyecektik fakat bilet satışlarının yetersizliği nedeniyle iptal olmuştu. Mantar tabii ki içimizden geçmekte olan ekonomik kriz nedeniyle bilet satamamıştı, yoksa sevilmediğinden değil. Sahne önünde toplanan kalabalık da grubun ne kadar sevildiğinin kanıtıydı. 10 yıllık tarihine 5 albüm sığdıran Mantar, sahnede bildiğiniz gibiydi. Özellikle Hang Em Low ve Cross The Cross sırasında beklenen şekilde ortalık karıştı. Sludge / doom sounduna rağmen grubu oldukça enerjik buluyorum. Canlı performansı ise kayıtlarına göre daha da enerjikti. Çalımları tight ve oldukça net duyumluydu. Festivalin ilk “kulak tıpalarım neredeydi benim” dedirten performansıydı hatta.
Artık ana sahnelere terfi olmuş olan Jinjer, gece 10 civarı başladı. Aklım Callboy’dayken dikkatimi tam veremem gibi geliyordu ama üst seviyeye taşınmış sahne dekoru, ışık dizaynı ve Tati’nin Blade Runner imajı beni konsere bağladı. Ancak dikkatimi toplayınca bazı eksikleri de fark ettim. Tati meşhur canavar brutalleri es geçmedi ama clean vokallerde kendini pek yormadı. Yükseklere çıkmadan söylüyordu. Vokal şovunu Temmuz ayında başlayacak Amerika turnesine mi saklıyordu acaba?
Electric Callboy’u headliner olarak görmek, hem de kendi memleketinde izlemek müthiş olacaktı! Aralıksız yağan yağmur da Callboy’u görünce duruverdi. Grubun sahneye çıkış ritüleini Hellfest’ten bildiğimiz için, Techno Train girişi ile hemen yerimizi aldık. Bu sefer vakit kısıtlı değildi, hem doya doya muhabbet ettiler hem de neredeyse bütün (2020 ve sonrası) Callboy kataloğunu seslendirdiler. Ek şakalar da vardı: Frozen efsanesi “Let It Go” ve “Backstreet Boys” efsanesi I Want It That Way gibi. Ancak en büyük kopuş Alman pop/dans grubu Cascada’nın “Everytime We Touch” şarkısına yaptıkları cover ile yaşandı. Orijinali 2006’da yayınlanan bu şarkı sanırım ülkede büyük patlama yapmış. Bar çalışanları dahil dans etmeyen kimse kalmamıştı. En büyük popçular yine metalciler. Neticeten dans edildi, itişildi, tam hayal ettiğim Callboy’du.
24 Haziran Cumartesi
Cumartesi sabahı aydınlık ve sıcak bir güne uyandık. Artık su kenarına inme vaktiydi. Göl sahnesinde Milking The Goat Machine Kiss makyajlı keçi maskeleri ile setine başlamıştı bile. İlk kez tanıştığım bu grup “şakalı temalı metal grupları” tayfasındanmış. Alestorm’un korsan Gwar’ın uzaylı olması gibi bu arkadaşlar da keçi. İradi olarak açıp dinler miyim? Hayır. Denk gelirsem izler miyim? 10 dakika. Tavsiye eder miyim? Grindcore seviyorsanız neden olmasın?
Cayır cayır bir güneş altında Born Of Osiris ve While She Sleeps arka arkaya çok güzel gitti. Güneşin ensemizde boza pişirmeye devam ettiği saatlerde sahne aldıkları için sakince izlemeyi tercih edecektim. Ama WSS’nin kitlesi daha konserin ilk notasında “Oturmaya mı geldik?” diyerek beni ayaklandırdı. Festival boyunca ana sahne önünün tamamen dolduğuna şahit olduğum nadir konserlerden biriydi. Loz canlı izlediğim en tutarlı vokallerden. Detone olmadan, yorulmadan, şarkıları bozmadan söylüyor. Kitle kontrolünün de hastasıyım, circle pit diyorsa circle pit, alkış diyorsa ikiletmeden alkış. Başta fishnet bluzu içerisinde kendisi olmak üzere bütün grup 30 küsür derecede performans sergilerken helak oldular ama değdi. Silence Speaks’i ne zamandır dinlemediğimi ve çok özlediğimi de hatırlamış oldum.
İşte en merak edilen konsere gelmişti sıra! Yani olumsuz bir şey söylemek istemiyorum ama Sleep Token’ı, yılın en büyük olayını, festivalin büyüklük olarak 3. sıradaki sahnesine çıkarmak her kimin kararı ise, yalnızca OHA! diyebiliyorum. Ki burası üzeri kapalı bir çadır sahnesi… 22:50’de başlayacak konser için kalabalık yarım saat önceden toplanmaya başladı. Saat yaklaştıkça yoğun yağış ile balçık haline dönüşmüş hatta göl olmuş zeminler bile insanla kaplandı. Burası, çadırın dışına bu kadar taşacak bir kalabalık için tasarlanmamıştı, sahne epey alçaktı. Övünç foto için pite girmişti, o şanslıydı. Bense kalabalığı ortasında kalmıştım, tüm görüşüm kapandı. Daha net görmeyi umarak adım adım geri giderken bir anda ses menzilinden çıktım. Bir nevi kendimi arka kapıdan dışarı attığımı fark ettim. Hay sıçayım. Etrafımdaki insanlar çadır direklerine tırmanmaya başlamışlardı. Nihayet bir yer bulup nefesimi tuttum. Şimdi gereksiz abartmak da istemiyorum, zira grubun müziği bana çok fazla hitap etmiyor, büyük bir fan değilim. Esas amacım Vessel’ın ruha dokunan vokalini canlı duymaktı. Karakterlerden bu kadar etkilenmeyi ise asla beklemiyordum. Konser başladığı anda sıkışıklık ve gerginlik, yerini aniden hayrete, sonra hayranlığa bıraktı. Vessel sahneye adım attığı anda kelimenin gerçek anlamıyla izleyiciyi bir Chokehold’a aldı. Kostümlü ve bilinmez olmanın karizması malum. Ama bu adamda kumaşların arasından sızan net bir büyü vardı. Albümlerini dinlerken dikkatimin dağılmasına, düşüncelerime dalıp gitmeye engel olamıyordum ama konserde tam tersi oldu. Ağzım açık izlerken zaman akıp gitti. Eve dönünce yine kulağıma taktığımda anladım ki Sleep Token ile aşkımız konserden konsere.
Gojira Mega-Monster Tour adıyla Mastodon ve Lorna Shore ile beraber çıktıkları Amerika turnesinin tam ortasındaydı aslında. Turun birinci ayağı Mayıs ortasında bitmiş, ikinci ayağı başlamadan Avrupa’yı da geziyorlardı. Sahneye kurulan ekranları geçen seneki turneden tanıdım. Hatta konserin başlamasından önce ekranlarda beliren geri sayımı da hatırladım. Grubun sahne şovu led ekranlardan ibaret olacaktı. Fakat Gojira müziği kadar görsellerine de çalışan bir grup olduğu için kliplerden uyarlanmış görseller de her zamanki gibi muhteşemdi. O boyutta izleyince Another World’ün sonunda Eiffel Kulesi’ni buldukları sahnede ağlayacak gibi oldum. Sahne şovuna veya izleyici ile diyaloğa inanmayan bu grup için müthiş tercih. Gerçi haksızlık ediyorum, Mario’nun davul solosu arasında izleyiciyi coşturmaya çalışması, emoji görselleri ile iletişim kurması epey tatlıştı. Gojira’nın her festivalde yer alması gerek. Ne kadar büyük olduğunun hala tam farkına varılamamış olabilir. İzleyiciler bir dakika bile gözünü ayırmadı, hepimiz büyülenmiş gibi izledik. Bittiğinde fark ettim ki tüm festival izleyicisi buradaydı.
25 Haziran Pazar
Göl kenarına inip güneşlenenlere ve yüzenlere katıldık. Sahnede sempatik pop punk melodileri ile Stand Atlantic vardı.Sıcak hava sahne önündeki kitleyi teker teker koparıp göle doğru yöneltmişti. Sevimli vokal/gitar Bonnie Fraser şarkı aralarında plajdaki kalabalığa seslenerek katılım sağlamaya çalıştı. “Madem suya kaçtınız bari bir el çırpın bir heyoo deyin” dedikçe Bonnie’nin Avustralya aksanı beni iyice Bondi Beach’te tatil yapıyormuşum havasına soktu. Kusura kalmayın o tarafa gelemedim ama sizi de çok sevdim.
Ana sahnenin full beton alanı cayır cayır yanıyordu. Gölden çıktım, ana sahnenin biraz gerisindeki ufak gölgeliğe sığındım ve Skindred’i beklemeye başladım. Benji Webbe karşı konulmaz biri. Sahneye çıktığı anda manyetizması binlerce kişiyi kendisine çekti, 100 derece olmuş beton zemin bir anda dolup taştı. Şarkılar kadar stand-up gösterisi tadındaki muhabbeti de Skindred’i benzerlerinden ayırıyor. “Sağdaki motherfuckerlar siz söyleyin, soldaki motherfuckerlar şimdi siz! Arkadaki motherfuckerlar sizi neden duymuyorum?” şeklinde seslenerek hepimizi kukla gibi oynatırken kitle yönetiminde “motherfucker”ın önemini bir kez daha vurguladı. Warning için tişörtlerimizi çıkarıp Newport Helicopter yapmadan önce son bir sürpriz daha vardı: konuk sanatçı Jacobi Shaddix! Kendisi bu geceki headliner olmasına rağmen gizem yapmaya kasmamış, öğle vakti izleyici karşısına çıkmıştı, helal olsun.
Spirit Box ile Övünç ayrılmaz ikili olduklarından kendisi konsere koştu, bense birazcık bira peşine düşeyim dedim. Geldiğimizden beri içki işini çözememiştim çünkü. Burada da nakit para geçmiyor, lanet olası Cashless sistemi gereği bilekliğe para yüklemek gerekiyor. Fakat 50, 100 veya 200 Euro haricinde meblağ yükleyemiyorsunuz! Neden? İşte öyle… Yüklediniz diyelim, artanı festival bitiminde geri alamıyorsunuz. Banka transferi istemeniz gerekiyor. Ama ben başka memleketin vatandaşıyım, sizin bankanıza falan nasıl ulaşayım?! Bu işe bir çözüm bulamadıkça delirecek gibi oldum. Sonunda barın orada tanıdık bir sima gördüm, bizim çadır komşularımızdı. Gidip rica ettim “Merhaba satıcı ya da dilenci değilim. Acaba ben size nakit versem, bilekliğinizle bana bir bira alır mısınız?” Komşu kocaman gülümseyerek “Tabii ki!” dedi, biralarımız doldurulurken nerenden geldiğimi sordu. Türkiye gündeminden haberdardı, biraz dertleştik. Bu samimi ve muhabbetli insan, cebe sıkıştırma hareketlerime, “ölümü gör”lerime rağmen biranın parasını almayı kabul etmedi. Mahcup oldum. “Alman Hesabı” terimini dilimizden kaldırıyorum.
Övünç’e dedim ki, “Şimdi Avatar çıkacak. Aşırı saçma bir grup hiç sevmiyorum ne olur izleyelim” Medusa sahnesine geçtik. Tatilin son günü hesabı maksimum güneş yanığı ve sarhoşluk seviyesine ulaşan eğlenceli bir kalabalığın içine girdik. Kendisine “sirk palyaçosu” gibi itici bir tema benimsemiş olan İsveçli grup, sahneye karnaval görüntülü bir dekor kurmuştu. Johannes Eckerström elinde kırmızı bir balonla sahneye çıktı. “He Pennywise mı oldun?” diye uyuz olmak istedim ama bu insanın adanmışlığı sinisizmimi alıp götürdü. Palyaço konseptinin tuhaflıkla güzel bir birleşimi. Müzik eskiden melodik death metalken, zamanla endüstriyele doğru kaymış. Marş davulu yürüyüşü insanı hareketlendiriyordu ama gitar tonları o kadar kötüydü ki melodilere kendimi kaptıramıyordum. Johannes’in ritme uyumlu mekanik vücut hareketleri, grubun senkronize adımları ekibin sahne şovuna ne kadar sıkı çalıştığını belli ediyordu. Hatta arada sahneye ekipman getirip götüren roadie’nin deri maskesi bile çok hoştu. A2 seviyesinde bir Almanca ile uzun uzun muhabbet edip insanları güldüren Johannes ve ekibine nerde rast gelsem mutlaka gidip bakacağım.
2023 yılında Papa Roach dinleyeceğim de hiç aklıma gelmezdi. Ancak sevgili dostlarımız Ersay’ın ve Cem Çetinok’un ultra gazlamaları sonucu izlemek boynumuzun borcuydu. Ekip konser öncesinde fotoğrafçıları öne almayacağını duyurmuştu. Bu duyuru, turnenin adı “Ego Trip” ile birleşince bende bir ön yargı oluştu, Skidred konserinde sempatimi kazanan Jacobi gizli bir gergoş muydu? Alakası yokmuş. Belki de kendini ciddiye aldırmak için bir taktik, bilemiyorum. Özet geçiyorum: Konser inanılmaz bir butt rock şenliğiydi. Jacobi de ekip de enerji doluydu. Setliste Cure’dan Lullaby, The Prodigy’den Firestarter gibi coverlar eklemek harika bir düşünceydi. Grubun fanı olmayanları, benim gibi one-hit-wonder olduklarını düşünenleri bile sahne önüne çekmeyi başardı. Zaten kulak verince, sandığımdan daha çok hit şarkısı olduğunu hatırlamış oldum. Jacobi’nin Scars’dan önce kalbini açarak bağımlılık, depresyon ve anksiyete ili ilgili yaptığı konuşma içtenlik doluydu. Bir kişiye bile yalnız olmadığını hissettirmiş olsa, ne mutlu.
Full Force Festival, genel karakteri ile bir metalcinin kendisini çok rahat hissedebileceği bir yer. Festivalin kitlesi homojen. Her yaş grubundan, her metal janrından dinleyici mevcut. Oysa 2019’da böyle değildi, metalcore ağırlıklı bir festivaldi ve izleyici yaş ortalaması çok daha gençti. Buna ek olarak festival bir yarımadada gerçekleştiği için su ile çevrili olmanın verdiği “tatil” hissi çok hoş. Mayonuz veya iç çamaşırınız ile ya da çıplak olarak ne zaman isterseniz kendinizi göle atabilirsiniz. Zaten göl kıyısı her an suya dalıp çıkan metalcilerle dolu. Küçük bir festival olmanın avantajı olarak boğucu kalabalıklar, sürü ile hareket eden ulaşımı kesen kitleler asla yok. Bira için max 3 dakika, merch için max 1 dakika bekliyorsunuz. Mutlaka sahne önüne geçeceğim derseniz, ne yapıp edip geçebiliyorsunuz (Sleep Token hariç) FAKAT, bazı saçmalıklar da yok değil tabii: Öncelikle medeniyetten epey uzaksınız. Yürüyerek ulaşabileceğiniz kasaba veya yol kenarı market tarzı bir yer yok. Bu nedenle ikinci problem daha da ciddiyet kazanıyor: Full Force Festival, büyük festivallere göre pahalı. Festival tişörtü 35€ (Hellfest’te 25€) 40 cl bira 6€ (Hellfest’te 60 cl 6,5€) bardak depozitosu 2€ (Hellfest’te 1€) üstelik bardaklar da düz plastik, anı olarak saklamalık bile değil! Kamp alanında 2€ fiyata kutu Becks satan tek bir stand var ama bu birayı festival alanına sokamıyorsunuz. Biz yine yiyeceği içkiyi marketten yüklenip gittiğimiz için fahiş fiyatlara mecbur kalmadık. Sadece bin lirama kıyamadığım için (çüş) resmi festival tişörtü alamamak biraz koydu.