İnceleme: “Bring Me The Horizon – POST HUMAN: NeX GEn”
19 Temmuz 2024Rock ve Metal Müzikte Psikedelik Temalar: Ses ve Ruh Arasında Bir Yolculuk
24 Temmuz 202418 haziran Salı öğlen saatlerinde Brüksel uçağımıza biraz tuhaf bakışlar altında bindik. Çünkü, her zaman olduğu gibi valizlerin ağırlık kapasitesinden kar etmek için, koca botlarımızı ve kalın kıyafetlerimizi üzerimize giymiştik. Koltuklarımıza yerleştik, kaptan pilot uçuş hakkında bilgi vermeye başladı “Brüksel semalarındaki hava muhalefeti nedeniyle uçuşumuza 45 dakika bekleme verdiler. Buna ek olarak yolda bazı tirbülanslar olacak. Endişelenecek bir durum yok.” Kaptan pilot farkında olmadan sadece uçuşun değil, Graspop 2024’ün hava durumunu da kısaca özet geçmişti. Bizim ne tirbülanstan ne de çamurlu festivalden gözümüz korkar. Şimşeğe kafa atarız bas gidelim işimiz var.
Gerçekten de sağanak yağışlı, gri ve soğuk bir Brüksel’e iniş yaptık. Şehre ulaştık, otelimize girdik. Bu sene de geçen sene olduğu gibi Paslanmaz Kalem’in Avrupa fatihi Ersay Uçak ile birlikte olacaktık. Henüz buluşamamıştık fakat hiç dinmeyen yağmur ona da bizlere de aynı şeyi düşündürüyordu: Yarın nasıl çadır kuracağız?
19 Haziran Çarşamba
Sabah Graspop’tan gelen uğursuz bir haberle gözümüzü açtık: Öncelikle bugün yani 19 Haziran Çarşamba, GMM’de gerçekleşecek tüm aktiviteler “Hoşgeldiniz” partisi falan, ortalığı sel götürmesi nedeniyle iptal edilmişti. “Araba ile gelmeyin. Bize kalırsa çadırla da gelmeyin… Ya siz iyisi mi hiç gelmeyin.” deniyordu. Bak GMM, biz bu filmi gördük, yemezler. Kısa bir fikir teatisinin ardından, yağmurun da mesaisine ara vermesini bir işaret olarak alarak Brüksel merkez istasyondan trene bindik: valla biz geliyoruz. İşte en sevdiğim anlardan biri gelmişti: bir tren dolusu metalci ile kutsal topraklara seyahat! Herentals şehrinden yapacağımız tek aktarma ile Mol kasabasına ulaşacaktık. Ersay ile trende buluştuk, bir buçuk saat kadar süren yolculuğun ardından Mol’e vardık. Bu esnada hava tamamen karakter değiştirmiş, yaza benzemeye başlamıştı. İstasyonda birikmiş festivalcilerin de keyfi çok yerindeydi. Shuttle sırasına inci gibi dizilmişlerdi bile. Gidenler bilir, GMM ile ilgili çok önemli bir gerçek var: Festivalin gerçekleştiği alan, şehir merkezine epey uzak. Normal şartlarda 10 km. mesafede. Fakat festivalin lojistik sebeplerle güzergahları yeniden düzenlediğini ve bazı yolları kestiğini göz önüne alırsanız bu 10 km daha da uzuyor. Bu ne demek? Arabanız yoksa shuttle’a muhtaçsınız. Trenden iner inmez hemen organize olduk. Övünç valizler ile shuttle için sırada bekleme görevini üstlendi, Biz de Ersay ile 200 mt mesafedeki Carrefour’a koştuk. En azından 24 saat yetecek kadar erzak almalıydık. Trenden inen diğer metalcilerde, bizdeki telaştan eser yoktu. İstasyona iniş yapan önce bir esneyip geriniyor, 3 çantasını, 4 torbasını, kılıfına tam olarak girmemiş 1 çadırını ve boynunda sallanan yedek ayakkabılarını şöyle bir yere atıyor, cebinden 36,5 derecedeki kutu birasını çıkarıp keyifle pssst açıyor, “hayat bee” der gibi bir yudum alıyordu. İşte hayatında metrobüs görmemiş bir birey.
Ersay’la çeşitli boylardaki teneke kutulardan oluşan alış verişimizi bitirip Övünç’ün yanına döndüğümüzde fark ettik ki Mol Belediyesi festival için çok fazla otobüs tahsis etme gereği duymamıştı. Bu nedenle sıra inanılmaz yavaş ilerliyordu. Ayaklarımızın dibinde duran 1 kasa bira, daha festivalin kapısını göremeden tükenmeye yüz tuttu. Shuttle sırası bize geldiğinde çadır kurabilecek motor becerileri kısmen yitirmiştim. Fakat adrenalin yine her derdin devası olacaktı.
20 dakikalık yolculuğun ardından kamp alanının kapısına döküldük. Bu sefer de bir başka telaşımız vardı: Çadırı öyle bir yere kuralım ki, festival kapısına yakın ama sahnelere biraz uzak olsun, tuvaletlere de ulaşımı kolay olsun ama kokmasın. “Sorry, no.” Yağmurlar çadır alanının büyük kısmını sel altında bırakmıştı. Nereye yönelsek “NO! NO! İple çevrili alana girilmez!” diye uzaklaştırıldık. Ağlamaya karar vermiştim ki Övünç’ün yarı asabi çıkışı kaderimizi belirledi “Gelin beni takip edin, bunları beklersek sabah olacak” sıra halinde bir görevlinin peşine takılmış kuru yer arayan kafileyi solladık, ayı gibi gaza basarak yemyeşil çimenlik bir alana herkesten önce ulaştık. Otağ dikilip de şanlı WSS bayrağı iki çadır arasına gerildi mi, keyfim yerine geldi. Bu WSS bayrağının bize uğur getireceğini henüz bilmiyordum. Parti ufaktan başladı.
20 Haziran Perşembe
Perşembe sabahı ağır bir kafa ile uyandım. Normalde açık havada içtiğim rom beni akşamdan bırakmaz. Sanırım hissettiğim bu ağırlık, gece partimize damlayıp önce süper kişisel mevzuları ile bizi kilitleyen sonra da küçük ırkçılıklarla kışkırtmaya çalışan Hollandalı komşularımızın artçısıydı. Çadırımızdan çıkıp sabah aydınlığında yeniden göz göze geldiğimizde bakışlarını indirmelerinden anladığım kadarıyla, niyet ettiklerinden fazlasını söyledikleri için pişmandılar…
Ersay sabah esintisinde tatlı tatlı salınan WSS bayrağı ile bir fotoğraf çekilmek istiyordu. Yanımızda Övünç olunca, proje hemen afili bir slo-mo reklam filmine döndü. Video o kadar güzel oldu ki Loz bu storiyi kendi hesabından paylaştı. Tabii bu bizim için mini bir halay sebebiydi.
Gün güzel başlamıştı. Bugün ilk konserlerimizi izleyeceğimiz için de aşırı sevinçliydik! Ancak ortada bir bilinmez vardı, Surge Turkiye temsilcileri olarak Övünç’le ikimizin basın bilekliğimizi ve foto pass’ımızı almamız icap ediyordu. Bu konu ile ilgili beni bir tık endişelendiren bir durum vardı ki şu ana kadar ağzımı açmamıştım. “Hele bir vakti gelsin…” diye öteleyip durmuştum. Lakin vakit bu vakitti: Basın davetlileri check-in olmalıydı ve bu check-in ofisi bana gönderilen maillere bakılırsa ebesinin nikahını geçtikten sonra bir yerlerdeydi. Ersay’a dedik ki “Kanka sen gir içeri, eğlenmene bak. Bizim kaderimiz meçhul” Övünç ile araştırmaya başladık, neresi bu check-in ofisi. Ana kapıya gittik, güvenliğe gittik, VIP girişine gittik, kime sorduysak önce “Ben ne bilem” gibi bakındı, e-mail ile gönderilen krokiyi gösterince de kahkaha ile gülerek “This is miles away!” diyerek tüm korkularımızı teyit etti. Teşekkürler Kip Winger. Yüreğim sıkışmıştı. Fakat çok akıllı olduğum için dedim ki, “Ben burayı Google Maps’te işaretleyeyim. Sonra şehre inen Shuttle’a binelim. Yolda bu noktaya yakşaltığımız bir yerde şoförden rica ederiz, inip işimizi hallederiz.” Bu planda iki sorun olacaktı:
1- Şehir merkezine gidilen yol ile check-in noktası birbirine tam ters istikamettelermiş.
2- Zaten yolda inmek yasakmış.
Böyle olunca, bir anda kendimizi şehirde, hem festivalden hem de bilekliklerimizden çok uzakta bulduk. Neyse dedik, gelmişken 24 saatlik bir alış veriş daha yapalım, dün gece nevaleyi tüketmişiz. Ardından yine uzun bir shuttle sırası, malzemeleri çadıra taşıma derken kalkışımızdan 2 saat sonra başlangıç noktasına geri dönmüş olduk. Check-in ofisine gidişimizi ise hiç anlatmıyorum çünkü sağnak altında yaptığımız 10 km.’lik yürüyüşü düşününce bile tepem atıyor. Derdim mesafe değil. Derdim çok kısıtlı bir süre burada bulunuyor iken bu kadar basit bir şeyin bu kadar uzağa konumlandırılması ve bize ayı gibi vakit kaybettirilmesi. Check in sürecini anlatayım mı? “Akreditasyon mailiniz? Tamam. Kimliğiniz? Okey. Buyrun bilekliğiniz. Bay bay!”
“Antwerp’e Hoşgeldiniz” mi? Çok gelmişiz, dönelim.
İşte beklenen an gelmişti, bilmem kaç saat sonra sol ayakla festivale girdik. Bu arada Dying Wish, Shadow of Intent, Alien Weaponry falan kaçmış bulundu. İlk izlediğimiz grup Health, Metal Dome sahnesindeydi. Burası festivalin küçük sahnelerinden olmasına karşın görsel olarak çok etkileyiciydi. Çünkü sahne arkasındaki duvar, olduğu gibi led ekran kaplıydı. Hatta bu ekran sahnenin iki yanından yandaki yarım duvarları da kaplayacak şekilde grubu sarmalıyordu. Üstelik de 16k falan olduğunu tahmin ettiğim aşırı yüksek çözünürlüklü bir görüntüye sahiptiler. Tabii bu Health gibi sayıca kalabalık olmayan ama müziği atmosferik, soundu gürültülü bir grup için biçilmiş kaftandı. Dışarıdaki çipil gündüz ışığını tamamen unuttuk, syhnthlere danslara hızlıca kapıldık. 100 kere edeceğimiz bir lafı ilk kez Health sırasında etmiş olduğumuzu hatırlıyorum: “Ya ağabey, bu grubu esasında gece 12’ye koyacaksın ki…” Bize kalsa herkes üst üste gece 12’ye.
Health bittiğinde ana sahnede hala Doro devam ediyordu. Etme Doro. Kaçtık, kaçarken vatandaşların güvenlikli bir kapıdan farklı bir bölgeye giriş yaptığını görüp meraklandık. Burası “Belçika Biraları” tatmak için ayrı bir bölgeymiş. 2014 yılında ilk GMM ziyaretimizden de böyle bir “bar” kısmını hatırlıyordum. O bar genişlemiş bahçe olmuş. Güvenliklerin çanta kontrolünden geçtik (Niye ki? Zaten festival alanındayız) fakat bu alanda pek bir numara olmadığına hızlıca kanaat getirdik. Belçika özel biraları barında sıraya girdik. Menüde, festivalin genelinden farklı olan tek şey Stella Artois birasıydı. Aşırı severim, hemen ver. Ama öyle ver demekle olmuyor çocuklar…
Şimdi, diferansiyel 101 dersi almış olanlar hariç kimsenin anlayamayacağı “GMM bira içme formülünü” anlatacağım. Ben de anlamadım, ders notlarından aktarıyorum: Süreç satın alma ile başlamalı ama önce Cashless karta para yükleyeceğiz. Ama yüklenen para, Euro değil. GMM kapısından girince para birimi değişiyor. Skully oluyor. 1 Skully = 3,5 Euro. Üç değil. DÖRT değil. Üç BUÇUK. Pekiyi neden? Eskiden bunun pratik bir gerekçesi vardı: 2010’lu yıllarda festival tüm katılımcılara alışverişleri için pul satıyordu. Euro verip karşılığında plastik jeton gibi pul gibi bu şeyi alıyordun. Bu pulların pardon Skullylerin tanesi sanırım 6-7 Euro idi ve ikiye kırılabiliyordu.
Caesar döneminden kalma bir Skully
25’lik bira yarım Skully, 50’lik ise 1 Skully idi. Veriyordun bir pul, alıyordun bir büyük bira. Şimdi ise sistem tamamen Cahless. Sana bir kart veriliyor, içine paranı atıyorsun, tüm alış verişler dijital. Pekiyi bu Skully zırvası niye hala var? Ben psikolojik olduğunu düşünüyorum. Bir şeyin fiyati 1 Zamazingo ise ucuz, 3,5 Euro ise pahalı gibi tınlıyor. Her şeyi 3,5 ile çarpmaya çalışmak ise kafa açıyor. Özellikle bazı şeyler 5,3 Skully gibi ondalık sayı olunca…
Parayı çözdük (çözemediler) şimdi bara gidelim. Önce düz bira içelim. “Merhaba bir bira rica edeceğim” dediğinizde önce sizden sarı jeton talep ediliyor. Skully değil, bu da başka. Bu sarı jetondan iki adedi festival bilekliğiniz bileğinize takılırken elinize tutuşturuluyor. O an “Bu ne ki?” derseniz cevap, “çöpü azaltmak için önlem”. Her bir kişi yeni bir içecek alacağı zaman, ya boş bardağını ya da bir sarı jeton takdim etmek zorunda. Belçika bira bahçesi hariç. Burda biralar size cam görünümlü çok şık plastik kadehlerde veriliyor. Bunları ise bahçeden dışarı festival alanına çıkarmak yasak. Biran bitmediyse kapıda normal bardaklara dolduruyorlar, kadehini elinden alıyorlar. Elimde Stella, bir yandan onu içip bir yandan güvenlikleri atlatıp bu kadehi eve nasıl götürürüm onu hesaplarken iki güvenlik görevlisi yanımıza geldi. Klasik, aramızda konuştuğumuz dili çözememişler, nereli olduğumuzu sordular. Cevap verince samimi olarak şaşırdılar. Dediler ki “Siz cidden kendi özgür iradenizle hiç bir baskı altında kalmadan mis gibi İstanbul havasını bırakıp buraya mı geldiniz?” o sırada sağnak yerini hafif çiseleyen pis bir yağmura bırakmıştı. Kabalık etmek istemedik, “Baksana burası da açacak gibi, yağmur da dindi” falan diyebildik. Uzun olan kafasını gökyüzüne kaldırıp “Tabii doğru, karşınızda muhteşem Belçika yazı. Bizim en sıcak günlerimiz” diye kah kah güldü. Bakın ben sanki sürekli havadan bahsediyor gibi olmayayım. Ciddi söylüyorum Belçikalı vatandaşlar bu konu ile kafayı bozmuş. Haklı olarak dert yapmışlar, hemen lafı oraya getiriyorlar.
İşte İstanbul sevdalısı iki görevli
Kerry King’in şarkılarına olan inancım Allah inancıma yakındı. Fakat grubu (grup mu demek lazım bilmiyorum) izlemek için can atıyordum. Sebebi: Mark Osegueda. Thrash metaldeki en değerli vokallerden biri olduğunu düşünüyorum. Hem kayıtta hem canlıda aynı şekilde duyguyu geçirebilen acayip yaşam dolu birisi. Zaten hiç yaşlanmamasından belli. King’in bir set listi dolduracak şarkısı bulunmadığından, Slayer çalmaktan başka çaresi yoktu. Grup Kerry’nin solo eserlerini hızlıca tüketti. Sonra en hit Slayer şarkılarını çalıp, orijinalinden daha iyi bir cover grubu olduğunu kanıtladı. Çünkü Mark şarkıları Tom’dan 10 kat güzel söyledi ve “perform” etti. Ben Tom’un sahne duruşuna ve son yıllardaki bıkkın haline uyuz olduğum için böyle demiyorum. Slayer sevmediğim için böyle diyorum. Ama Slayer gerçekten çok büyük. Festivaldeki başka hiç bir konserde bu kadar azıtılmadı, yüzde yüz kesin bilgi.
Biliyorsunuz İstanbul’daki Megadeth konseri büyüüük olay oldu. Biletler öyle hızlı tükendi ki, “kara borsaya mı düştü” şüphesi yayıldı. Çünkü kimse 2024 yılında Megadeth’in bu kadar talep göreceğini tahmin etmemişti. İstanbul konserine şahit olma şansı yakalamış biri olarak söyleyebilirim ki, fuck yeah! O kadar seviliyormuş. İstanbul’da kulaklarıma inanamamıştım, yıllardır ilk kez Megadeth’i bu volümde, Dave’in vokalini ise bu netlikte duyabiliyordum. Benim için rüya gibi geçen İstanbul’dan sonra GMM performansı, biraz “eh işte” kaldı. İyi tarafı, yine volümün yüksek oluşu ve setlistte A Tout Le Monde’un bulunmamasıydı. Dave mutlu ve rahat görünüyordu. Fakat biraz yorgun gibiydi. Olabildiğince çok şarkı çalmaya odaklanmıştı. Çok muhabbet etmediyse de nemrutluk da yapmadı.
Saat yavaş yavaş bu festivalde asıl bulunma sebeplerimizden birine yaklaşıyordu: Tool. Metal medyasını takip eden herkesin bildiği gibi Maynard bazı boomer inatları ile son dönemde gündemi oldukça meşgul etti: İzleyicilere dayattığı fotoğraf ve video yasakları. Biz buraya gelmeden bir ay kadar önce sevgili mate’imiz Erdem, Amsterdam’da Tool izelemeye gitmişti. Anlattığı hikayeler medyadan gördüklerimizi teyit etmekle kalmadı, konser salonundaki yasakçı havanın tahminimin üzerinde olduğunu fark ettirdi. Fakat festival işi başka işte. O tarz bir inadı geçtim, herhangi bir anons bile yapmaya kalkmadı Maynard. Üçümüz de Tool’a gönül bağı ile bağlı sevdalılar olduğumuzdan, içkisel ve duygusal olarak yüklü şekilde sahnenin karşısında yerimizi aldık. Beklentilerimiz uzay seviyesindeydi fakat bazı acı gerçekler de ortadaydı: Ortalama şarkı süresi 15 dakika olan bir grubun kısıtlı festival slotu, Sober çalmıyor olmaları, Boktan son albüm gerçeği. Yine de konser oldukça güzel geçti. Herkes çok sevdiği grubun konserini hayal ederken aklında bir şampiyonlar ligi set listi oluşturur ya. Bu konserin set listi benim şampiyonlar ligimle tam örtüşmüyordu. (Herkes de Metallica değil, her setlist kombinasyonu için ayrı turne yapamaz.) Yine de canlı canlı bir Schism bir Stinkfist duymak bizi manyaklaştırdı. Grubun bir arada tek organizma gibi işlemesi hayranlık uyandırıcıydı. Adetten olduğu üzere sahnenin yanındaki led ekranlar kapattırılmıştı (Satan sen bana sabır ver) ve Maynard şarkıları davulun arka çaprazında bir yerlerde saklanarak söyledi. Saçı ve makyajı da o kadar güzeldi ki üstelik; insan biraz gösterir. Övünç photo pass sahibi olduğundan, kamerasını festivalin her bölgesinde kullanma izni vardı. Tabii izleyiciler bunu bilmediği için, Övünç sırt çantasından Excalibur’u çeker gibi telefoto lensi çektikçe ortamda bir gerginlik hasıl oldu. Biz sarhoşuz, onlar sarhoş, gümbür gümbür Tool çalıyor, durumu anlatmak biraz vakit aldı. Milleti de manyak etmişsin Maynard.
Övünç Dan’ın gözünden
GMM’nin ilk gününden görüntüler
GMM’nin ilk gününden konser fotoğrafları
Metal giderek ekstremleşmiş, bu nedenle tarifi değişmiş ve eskiden metal olarak tanımlanan bazı gruplar küme düşmüş, Tool da onlardan biriymiş diye okudum. Bu konseri izleyince hemfikir olamadım. Tool’da blast beat yok ama bu kadar karanlık, bir normie için hala çok fazla.
21 Haziran Cuma
Dün gece bastıran kötü havadan ötürü parti çadırına gidememiş, kendi çadırlarımıza yuvarlanarak uykuya dalmıştık. Gece şimşek ve gök gürültüsü, kış uykusundaki bir ayı kadar derin uyumamı sağlamıştı. Fakat sabah çadırdan kafamı uzattığımda aynı şimşek ve gök gürültüsü bana günaydın deyince sinir oldum.
GMM bu yağış ile başa çıkmak için, çamuru geçip bataklığa dönüşen festival zeminine saman döküyor. Saman, yani normal kuru sarı ot işte. Yalnız ortada kesif bir koku mevcut. Kırsalda hiç deneyimim olmadığı için bu koku samandan mı geliyor, çamurda hayvan dışkısı mı var yoksa gökten asit mi yağıyor bir türlü çözemedim. Ben genelde kuru ota basarak ilerlemeye ve bu kokunun kaynağını üzerime bulaştırmamaya çalışıyordum. Ancak festivalciler farklı bir yöne doğru gidiyordu. Bu lanet gelesi şaka gözlemlerime göre yıllar evel Wacken’da başladı: Göbek üstü çamura atlama. Sonra o çamurda debelenme. Göt çatalına kadar çamur olmanın komik tarafını hiç bir zaman anlayamayacağım. Bu berbo iklimde yaşaya yaşaya belki de insanlar elindekilerle mutlu olmayı öğrenmiş olabilirler.
Powerbank ve kamera şarjı için basın odasına uğramıştık. Çıkışta hemen sağda imza kulübesi önündeki 10 kilomtre sırayı gözlerimizle takip edince, Electric Callboy elemanları ile göz göze geldik! İnanılmaz heyecanlandım, üçümüz için de festivalin en önemli gruplarından biriydiler. İmza sırasına girmedik çünkü imzalatacak bir şeyimiz yoktu. Onun yerine grubun önündeki demirlere yaslanıp yakından yüzlerine baktık. Biraz manyakça bir davranış olduğunu kabul ediyorum. Üzgünüm hayran olmak böyle bir şey, sosyal sözleşmeyi ortadan kaldırıyor. Gençler acayip cana yakındı. Saatlerce imza vermelerine rağmen sıra tükenmedi. Gitme saati geldiğinde hala sırada bekleyen fanlardan defalarca özür dilediler. Uzun uzun öpücükler dağıtarak ayrıldılar.
Festivallerde power metal konserlerini asla kaçırmam. O nedenle Hammerfall izlememiz elzemdi. Konser slotunun erken olması nedeniyle grup mesainin en verimli saatlerini yaşıyordu. Joacim Cans da her zamanki gibi süper fit ve neşeliydi. Şarkı aralarındaki muhabbetleri ile kalabalığı epey güldürdü. Hatta konser sonunda Hearts on Fire çalmadan hemen önce “Dört dakika vaktimiz kaldı. İsterseniz bir şarkı daha çalabilirim, veya dört dakika boyunca şaka yapabilirim, hangisiniz tercih edersiniz?” diye sordu. Cidden ikisine de eşit sevinirdim.
Hemen yan sahnede Fear Factory başladı. Burton’sız FF’ye burun kıvırsam da, festival öncesi içten içe heyecanlanıyordum. Setlistten o kadar memnundum ki gündüz ışığı altında bile FF’nin mekanize distopyasına koşar adım dalmaya hazırdım. Fakat üzülerek bildirmeliyim ki bu artık mümkün değil. Çünkü “yeni çocuk” Milo Silvestro olmuyor arkadaşlar. Yürümüyor; şarkılara, sahneye, gruba oturmuyor. FF çok spesifik bir grup, kendi soundunun mucidi. Öyle herhangi biri zaten Burton’ın yerini dolduramazdı. T-1000 veya üzeri model bir Terminatör gerekliydi. Milo ise tüyleri boyalı, yüzü piercingli bir kedi yavrusu. Sonuç itibariyle izlemem gereken ile izlemekte olduğum arasındaki uçurum o kadar kulağıma battı ki konseri tamamlayamadım.
Avantasia’yı bilmem kaçıncı kez izleyecektim. Onun için daha önce hiç izlemediğim ve konser setilstinin ölümcül olacağını bildiğim Nile’ı feda ettim. Hellfest’te izlerim falan diye kendime yalan söyledim. Karl Sanders Graspop konserinden sonra hastalanacak ve Nile ne yazık ki Hellfest konserini Karl’sız verecekti. Eşek kafam. Avantasia’ya gelirsek: konseri üçümüz izlediğimiz için bir kere aşırı eğlendik. Avantasia sahnesi metal konserinden çok korku müzikaline benziyor. (Hatta Tobias bir şarkıyı anons etmeden önce “Şimdi sıra geldi çakma Meat Loaf’a” diye kendisiyle alay bile etti) Bu janjanlı sahneye devamlı konuk vokalist gelmesi konseri ekstra dinamik ve renkli kılıyor. Gotik / yarı senfonik power şovuna girip çıkan konuklar arasında Kamelot solisti Tommy Karevik beni fazlasıyla etkiledi. Bir yandan köşeli sakal traşına laf edip çocuklarla gülerken bir yandan da gizli gizli not aldım: Kamelot’a bir bak.
İşte festivalin en yüksek anı Electric Callboy saati gelmişti! Bu grubu dinlemeyen yemin ederim çok şey kaçırıyor arkadaşlar. Geçen seneki Hellfest yazısında da uzun uzun övmüştüm. Yine beklentilerimizi karşılayan bir şov oldu. Sanırım izleyici kalabalığı daha da artmıştı, geriye doğru bakınca ufuk çizgisine kadar dans eden insanlar görüyordum. Bu konser de hem şarkılar hem sahne şovu açısından geçen seneki ile hemen hemen aynıydı. Sadece Babymetal ile yayınladıkları Ratatata eklenmişti listeye. Ben şarkıyı şimdilik çok beğenmemiştim ama konserde de iyi gidiyormuş namussuz. Graspop röportajında Kevin ve Nico’ya soruyorlar: “Grubunuzun “büyük” olduğunu ne zaman fark ettiniz?” diye. Çocuklar tevazu ile hık mık ediyorlar o yüzden ben söyleyeyim: Nico Sallach grubun başına konan talih kuşudur. Bu arada 2019’da gruptan ayrılan solist Sebastian” Sushi” Biesler, daha sonra Ghostkid’i kurdu. Ghostkid’i 14 Eylül 2024’te ülkemizde ağırlayacağız, ben de orada olacağım.
Sıradaki grup benim için son üç yılın en büyük gizemi haline gelen Turnstile’dı. İsimlerini ilk kez, dev bir okazyona dönüşen Glow On albümü ile duydum. Bu albüm çıktığı gibi müzikseverleri avcunun içine almıştı, hype’ı hala daha sürüyor. Bir tek ben yükselemedim. Dedim ki şimdi canlı izleyeceğim ve nihayet jeton düşecek. Zaten buraya ayak bastığımızdan beri Ersay elli kere Turnstile dediği için başka çarem yokmuş gibi hissediyordum. Konser başladı, bir süre sonra kafam karışmaya başladı. Şarkıların nerede bitip nerede başladığını anlayamıyordum. Sanki beyaz yakalı arkadaşım laptopuna Reaper indirmiş, programı biraz kurcalamış, tamamlanmamış projeleri bana “şarkılarım nasıl?” diye dinletiyormuş gibi sıkıldım. Solist Brendan Yates’in sahnedeki meczup hal ve hareketleri ile mimiksiz yüzü bana Napoleon Dynamite’ı çağrıştırdı. Güler yüzlü Franz Lyons olmasa bakmak isteyeceğim bir şey bulamayacaktım. Bu konserden bir kaç gün sonra sosyal medyada bir fan videosu gördüm: James Hetfield ve Rob Halford Turnstile konseri sırasında sahnenin arkasına gelmişler, gözlerini ayırmadan grubu izliyorlar… söylenebilecek tek şey, bu grubu anlayamadığım için ben bir eşeğim.
Güneş nihayet ufkun arkasında kaybolmaya başlayıp saatler 22’yi geçtiğine göre bizim de ibadet için yerimizi almamızın vakti gelmişti. Fakat yorgunluktan gebermek üzereydim. Judas Priest’te bir tuhaflık var. Grubu ilk kez 2008 yılında izledim. Sonrasında da 2-3 yılda bir izleme şansını yakalıyorum. Rob Halford’u her görüşümde adam daha da gençleşmiş ve dinçleşmiş oluyor. Bu konserde artık 1980’lere kadar dönmüştü. Sahneye “Priest stili metale hazır mısınız?” diyerek çıktı. O kadar hazırız ki! Rob’un vokal performansı “sıkıntı yok, o iş bende” dercesine rahattı. Bir de üstüne şarkı aralarında sahne arkasına gidip dinlenmek yerine izleyiciyi eğledi. “Haydi benden sonra tekrar edin” diyerek yaptığı vokallerle bizi madara etti. Yaş muhabbeti yapmak istemiyorum ama bu nedir ya? Firepower kadar olmasa da Invincible Shield’ı bayağı beğenmiştim. Konserlerin gediklisi eski hitlerin yanında asla sırıtmadı. Gitar tonlarının şarkıların bulunduğu albümlere göre değişmesi, bir zaman yolculuğu etkisi yarattı. Metal God’ın kostümlerine ve backdrop görsellere spoiler olmaması açısından girmeyeyim. Zira ben bu satırları yazarken henüz Judas Priest ülkemizdeki konserini vermedi. Şu kadarını söyleyeyim, İstanbul konseri inanılmaz geçecek arkadaşlar!
Ağzımız bir karış açık kalmış, bir kez daha Priest büyüsü etkisini göstermişti. Başlangıçtaki geberik halimden eser kalmamıştı, 9 saat uyumuş kadar dinçtim. Ama FFDP dinleyecek kadar düşmedik çok şükür. Hayvan gibi Priest överek ve Övünç’ün anlattığı Andy Sneap hikayelerine deli gibi gülerek çadırdaki içkilerimize doğru uzaklaştık.
GMM’nin ikinci gününden görüntüler
Ve çeşitli konser fotoğrafları
Tabii ki by Övünç Dan
22 Haziran Cumartesi
Önemli bir teftişin vakti gelmişti: duşlar. GMM’ye bu konuda puanım yıldızlı 5. Duş kompleksini kapalı bir binaya konumlandırmışlar. Her giriş kişi başı 1 Skully (3,5 Euro). İçeride kapalı ve bireysel duş kabinleri mevcuttu. Plastikten yapılma ama oldukça geniş ve su tesisatı evlerimizdekine çok yakındı. Tazyikli sıcacık bir su akıyordu. Sayıca yeterli duş olduğundan hiç sıra beklemedik. Giyinip soyunma alanı ortak, eğer utangaç biriyseniz işiniz biraz zor çünkü mallarınızı kabinin içine koyup orada soyunup giyinmek isterseniz her şey ıslanır. İşimi bitirip çıktığımda yeni bir ben olmuştum, güne hazırdım!
Alana vardığımızda Eddie Van Halen’ın oğlu Wolfgang’ın grubu Mammoth WVHkonserinin sonuna geliyordu. Uzun zamandır Wolfi’nin işlerine nepotizm diye burun kıvırıyordum. Fakat kulağıma çalınan müzik hoş, aydınık bir hard rock’tı. Önyargılı davrandığıma pişman oldum, izlesek güzel olurdu.
Steel Panther’i yeni şovu, yani yeni stand up rutini ile izledik ve yine gülmekten altımıza işedik. Zira henüz yeni albüm yok. Yeni single “Friends with Benefits” hariç şarkılar aynı. Ama Belçika gibi yüksek oranda İngilizce konuşan ülkelerde, kalabalığın tepkisi tam yerinde ve doğru gelince Panther şovu ayrı bir lezzetli oluyor. Bu arada GMM rejisine buradan sevgi, saygı ve Oscar heykelciklerimi yolluyorum. Led ekranlar Panther şovlarında grubun 5. Elemanı aslında. Çünkü komutu veren grup olsa da hangi izleyicilerin nerelerini açacaklarını belirleyen kişi, görüntü seçici. Hem kameramanlar hem de görüntü seçici dünya çapında bir iş çıkardılar. Bu arada bu başarıları tüm festivale yaygındı. Led ekranları kontrol eden insanlar bana göre konserin gidişatını belirleyebiliyorlar. Hellfest’teki berbo reji haftada iki kurs görmeli.
Bol cover’lı, konuklu – Loss of Control için sahneye Wolfgang gelip gruba eşlik etti – Mr Bungle seti hem tatmin edici hem çok eğlenceliydi. Mike Patton stili bir eğlenc tabii, ağır başlı oturaklı. Patton konseri tamamladıktan sonra asla sahneden inmedi. Hem burada hem de Hellfest’te sürekli sahne arkasında takılıp pek çok grubu gözünü ayırmadan izledi. Bir ara nereye baksam Mike Patton görüyordum. Hatta keşke bu yazıyı o yazsaydı, bizden çok grup izledi.
Sinsi gibi ama değil gibi de.
Bugün ana sahnede sağlam bir adalı metalcore’cular ziyafeti vardı. İlk isim Sheffield’ın şerefsizlerinden While She Sleeps oldu. WSS de bir veya iki senede bir izleme şansı yakaladığım gruplardan. Adım adım yükselişlerine, çömezlikten pro klasmanına geçişlerine memnuniyetle şahit oluyordum. Bu yükselişin lokomotifi tabii ki: Loz Taylor. Onun düşük bir gününe henüz şahit olmadım. Yine ilk şarkıdan hepimizin ilgisini sahneye kilitledi. Kalabalığın hararetini çok kısa sürede yükseltti. Anti-social itibariyle kendisi de stage dive yaptı. Ama hesaplayamadığı bir durum oldu: Şarkı bittiğinde Loz hala eller üzerinde geziyordu. Bir sonraki şarkı için beni elden ele sahneye uzatır mısınız diye rica etti. Uzunca süren sessiz bir yolculuğun sonunda “Sheffield otobüsü gecikti çocuklar” diyerek sahneye geri tırmandı. Ardından esas bomba patladı. Aramızda konuşurken Övünç’ün “bence olabilir”, Ersay’ın “lütfen olsun”, benim ise “imkansız” dediğim o olay gerçekleşti: Silence Speaks sırasında sahneye Oli Sykes geldi! Yüzünü neredeyse tamamen kapatan kapşonlu sweatshirt’ü ile bir anlığına belirip aklımızı aldı. Sadece birkaç satır düet yaptılar ama o bile yetti. Ancak nedense kameralar bu anı led ekranlara yansıtmadı. Hatta arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla konserin canlı yayınında da kameralar Oli’yi göstermemiş. Biz hayal mi gördük acaba lan?
Geçen sene Hellfest’te yine aynı üçlü Architects’te kafaları yemiştik. Bir süredir sosyal medyada inanılmaz iyi iş çıkarttıkları için, Instagram paylaşımlarını birbirimize atıp atıp deliriyorduk. Bu gazla karşısına geçtiğimiz konser pek de beklediğimiz gibi gitmedi. Sam’in muhabbetlerinden, biraz sıkılmış olduğunu hissettim. Genel olarak herkes aynı şeyleri söylüyor, “İnanılmazsınız, en kral izleyici sizsiniz, odur budur”. Ama gerçekten inanmadan söylenince herkes anlayabiliyor. Zaten şarkıların soundu da karman çormandı. Sahnede altı kişi var, klavyecinin boynunda da gitar var, bu kalablığın miksi zordur muhtemelen, ama ses resmen bir süre sonra kulağı yoruyordu. Bir tek Impermanence’de sahneye Loz taylor gelince bir anlığına dünya güzelleşti. Sam ve Loz’un birbirlerini ne kadar sevdiklerini canlı izlemek acayip şirin. Hemen çocuk gibi oldular, varoluşsal panik ile ilgili bir şarkıyı söylerken bu kadar eğlenilir.
Limp Bizkit konserinin sıkıcı geçeceğini hissediyordum ama bunu kendime saklıyordum. Çünkü Övünç ve Ersay benim aksime oldukça yüksek geçeceğinden emindiler. Bu grup bir tuhaf. Youtube’dan canlılarını izliyoruz, manyakça eğlendiriyorlar. Biz ise festivallerde bambaşka, dur kalklı bir grup izliyoruz. Bu sefer güzel geçti, biraz dur kalklı olsa da enteresan bir deneyimdi. Fred Durst, gri afro bir peruk ve fosforlu sarı güvenlik görevlisi yeleği ile sahne aldı. Performansına hakim ruh hali cool ile stoned arasında bir yerde seyretti. Wes Borland’ı dört gözlü makyajı ile görmeyi aşırı çok istiyordum ama o son birkaç konserdir büründüğü bufalo dişli görünümünü seçmişti. Klasikleri çaldılar, yenileri – yani Dad Vibes’ı çalmadılar. Ayıp. Bizkit’in hakkını vereceğim en önemli nokta her konser fanlarla kurduğu ultra yakın ilişki. Bu sefer de Fred kalabalıktan bir çocuğun (çocuk dediğim 9-yaşında gerçekten minicik çocuk) kaldırdığı pankartı görüp onu sahneye davet etti. Gabriel, grupla birlikte Faith’i çalmak istiyormuş. Wes Borland gitarını verdi, pedallarını ayarladı ve Gabriel’e hayatının en güzel anısını hediye ettiler.
GMM üçüncü gün seçkisi (Sürpriz sonlu)
by Övünç Dan
Gecenin kapanışı Bring Me The Horizon olduğu için çok şanslıydık. Bu grup üçümüzün kişisel tarihinde çok önemli bir yere sahip. 2014 yılında BMTH de bizler de bebeyken GMM’ye gelmiştik ve birbirimizden habersiz aynı konserde birkaç metre arayla eğlenmiştik. Şimdi 10 yıl sonra yine buradaydık ve artık beraberdik. BMTH sahnesi, Parasite Eve teması çevresinde şekillendirilmişti. Konseri A.I bir birey olan ve bizlere led ekranlardan seslenen Eve açtı ve kapadı. Böyle yapay zekadır, distopik gelecektir, en sevdiğim şakalar. Hele gecenin bir vakti uzak bir coğrafyada hemen havasına kapılıyorum. Oli’nin sesi yıllar içinde ateşlerden geçti. Pandemi öncesinde izlediğimiz konserlerinde tükenmişlik sinyalleri veriyordu. Kral hepimizi utandırırcasına gümbür gümbür döndü hatta bu konseri sikertti. Başardığı şeyin zorluğunu gözler önüne seren bir tezat anı Antivist sırasında yaşandı: Kalabalıktan bir seyirciyi sahneye çıkardı. Şarkıya eşlik etmesi için mikrofonu ona verdi ve “Şarkının esas yükü sende. Ben kenarda dinleniyor olacağım” dedi. Bu projenin sıçışla sonlanacağı, gencin cevabından belliydi: “Dinlen tabii, hak ettin.” Abem sağ ol, eksik olma. Sevgili fan, mikrofona üç beş ööeeğ yaptı, ardından güzelim şarkıyı piç edip geldiği bilinmezliğe döndü. Bazı insanlardaki kendine güven… Çok heyecan verici bir teklif ama bunun altına yatmak için gerçekten geri zekalı olmak lazım. Oli, hemşerisi Loz gibi stil sahibi değil. Bir kolunda Chaos bir kolunda Order yazan “edgy” pijaması kostüm olarak gözüme battıysa da konser; soundu, şarkı seçimi, Oli’nin şovu taşıyışı göz önüne alındığında muhteşemdi. Üçümüz Sempiternal’da ağlamaya yaklaşmış olabiliriz.
23 Haziran Pazar
Extreme dendi mi hep bir ağızdan “More Than Words” dediğinizi duyar gibiyim. Grubu çok bilmesem de bu ikonik şarkı sayesinde yüzlerini ezbere bildiğim Nuno Bettencourt ile Gary Cherone’a bakmaya dikildim. Her ikisi de halen gruptaydı, aslında davulcu hariç grup, kuruluş kadrosu olarak bir aradaydı. Konser sohbetli ve duygu yüklüydü. Erken saat ve yakan güneş sayesinde çok kalabalık olmadan en önden izledik veteranları.
Extreme’den Malevolence’a sert bir geçiş yaptık. Sheffield’lılar bitmiyordu. Konser başlamadan önce alana geldik ve şok oldum. Öyle kalabalıktı ki grup ana sahneye çıksa olurmuş. Ama Malicious Intent albümünü Jupiler Sahnesi’nde dinlemek de harikaydı çünkü bu sahne her zaman metalcore’un en büyüklerini çömez hallerinde dinlediğimiz duygusal bir “rite of passage” sahnesi olmuştur. Albümle aynı adlı açılış şarkısı ile konser başladı, daha üçüncü dakika olmadan gelen “Unbreakable” break down’u gözümü kararttı. Alanda oluşan 4-5 ayrı circle pit hiç durulmadı. İki senedir aralıksız turlayan Malevolence çalışkanlığının karşılığını almaya başlamış. Çok yakında güzel saatlerde ana sahnede olacaklarından eminim.
İstanbul’da kaçırıp festivalde izlemeye yemin ettiklerimden Slaughter to Prevail’i hem acayip merak ediyordum hem de biraz arada – deredeydim. Üstünde aşırı hype olan bir grup. Ama ben müziğe kendimi kaptırmakta zorlanıyorum çünkü Berbo Alex’i bir sebepten itici buluyorum. Bıyıksız sakalı mı? Black sun dövmesi ile ilgili yaptığı kolpa açıklamalar mı? Putin özentisi ayı videoları mı? Sanatı sanatçıdan ayırmalıyız, biliyordum. Mükemmel insanlar bulup yalnızca onların müziğini dinlemeyi bekleyemeyiz biliyorum. Çal bakalım, tak maskeni yap şovunu serinlet bizi Slaughter. Malevolence kadar değilse de vahşi ve eğlenceli bir şov oldu. Her ne kadar Alex “Lütfen birbirinizin suratını saygı çerçevesinde dağıtın” diye uyardıysa da öndeki kaos kimi zaman o kadar kontrolden çıktı ki adam birkaç defa müziği durdurdu. İzleyicilerin iyi olduğundan emin olduktan sonra konsere devam etti. Hatta bunlardan birinde izleyicilerden birisi ciddi şekilde yaralanmış. Konser sonrası Alex bu izleyiciyi ambulansta ziyaret ederken kameralara gülümsüyordu.
Hem burada hem de Hellfest’te müzisyenlerin konseri durdurup “iyi misiniz” diye ortalığı kontrol ettiğine defalarca şahit oldum. Özellikle bu yıl bu uygulama rutinleşmiş gibi göründü. Bu içimi o kadar rahatlatıyor ki. Çünkü hızını almış bir şovu kesmek tuhaf hissettirmenin yanında, şarkıyı baştan almak grubun kısıtlı zamanından yediği için müzisyenler bunu yapmaya çekinirdi. Ancak anlayış değişiyor, güvenlik artık her şeyin önünde geliyor. Biliyorsunuz, Astroworld Festivali’nde yaşanana felaket henüz çok taze. Bu trajedilerden ders alınması memnun edici. Bu anlayışı oturtmada metal müzisyenlerinin öncü olmasından ötürü gurur duyuyorum.
“Scorpions İstanbul’da ne biçim olay oldu be?” diye şaşırmışken GMM’de topladığı kalabalığa şahit olunca diz çöküp özür diledim. Hala çok büyüksün Scorpions. Bir kere sahne dekoru grubun kalibresine yakışır, girift bir yapıydı. Davulun iki yanında yükselen yokuşlar hem estetik görünüyor hem de ortama görkemli bir hava katıyordu. Umarım Klaus dedemi oralara tırmandırmazlar diye ufak endişelendim. Klaus Meine hariç Scorpions’un elemanları kaç yılında olduğumuzu bilmiyor gibiydiler. Her biri 30’larının başında “Kafi” deyip yaş almayı bırakmış. Özellikle Mikkey Dee ve Rudolf Schenker “Enstrümanını kim daha hayvani çalacak” yarışındaydılar. Rudolf’a gitarlarının araba temalı olması yüzünden bir puan ceza vermek zorundayım. Ferrari temalı Flying V tamam da o Mercedes temalı olan gözlerimi kanattı. Artı hayatımda hiç akustik Flying V görmemiştim, aklım çıktı. Ama Rudolf tabii ki isterse gitarını Murat 131 şeklinde yaptırabilir, 60 yılı aşkın süredir aletin tarihini yazıyor. Bana bok yemek düşer. Sahnenin güzelliği, grubun son derece havasında olması, havanın da açması, her şey bir araya gelince Övünç inanılmaz güzel fotoğraflar çekti. Sevdiğimden övmüyorum, Scorpions da çok beğendi, fotoğrafları kendi Instagram hesabından paylaştı, inanmıyorsanız bakın:
Scorpions’ın “Surge Turkiye”den bahsettiği o post
Biz ise son kalan Skully’lerimizi ve son kalan enerjimizi memnuniyetle Machine Head eşliğinde tüketmeye hazırdık. Robb Flynn biraz az konuşsa mükemmel bir frontman. Ancak Amerikalı olmanın gereği olarak sürekli bir hayat dersi, süreki bir kısaadan hisse. Olsun, acayip özlemişim. Hikayesiyle falan bir MH konseri başka hiç bir şeye benzemiyor. Robb’un sahneye adım attığı andan itibaren kitleyi tak diye avcuna alıp elinde tutuşu, grubun soundu, dev MH küpleri havai fişekleri ve konfetileri ile cayır cayır sahne şovu: mükemmel bir konser, mükemmel bir festival kapanışıydı. Dermanım kalmadığını düşünürken bu kadar kendimi paraladığıma inanamadım. MH’e ağzımız gözümüz her yerimiz açık bakarken Ersay’dan küçük sesler geldiğini fark etmedik. Bir anda “Ben biraz kötü oldum, galiba daha fazla dayanamayacağım. Çadıra gidip dinleneyim” diyerek ortamı terk etti. Konseri tamamlamamasına çok şaşırmıştım. Hakikaten kötü hissediyor olmalıydı. Zaten son bir kaç saattir bira içmeyi de bırakmıştı, durum bayağı ciddi demekti.
GMM dördüncü günden görüntüler
GMM dördüncü günden fotoğraflar
by Övünç Dan
GMM organizasyon yetkililerinin kapanış konuşmasını gözlerim dolarak dinledim ve öpücüklerle kendilerine veda ederek çadıra geldim. Geceden herkesi strese sokacak şekilde, sabah ne kadar erken kalkmamız ve ne kadar hızlı hareket etmemiz gerektiği konusunda bir nutuk çektim. Tüm gün yolculuk yapacak ve Pazartesi akşamı Nantes’a varacaktık. Bu nedenle bir takım trenler arka arkaya yakalanmalıydı, aktarmalar kaçırılamazdı.
24 Haziran Pazartesi
Sabah kalktığımızda Ersay biraz daha sessizleşmiş görünüyordu. Ama yine hiç şikayet etmiyordu. Hep beraber hızlıca toparlandık, Mol shuttle’ını vakitlice yakaladık, merkeze erken saatte vardık. Tam Mol’e indiğimizde istasyonda kalkmasına dakikalar kalmış bir tren gördük. Sorduk, aktarma yapmamız gereken Herentals şehrinden geçiyordu! Koşmaya başladık, trene yetiştik ama diğer Brüksel yolcularının binmediğini de endişe ile fark ettik. Kendimizi içeriye atar atmaz tren kalktı. Yerleşmek üzere vagona adım attığımızda neden çok talep görmediğini anladık. İçerisi ilkokul birinci sınıf çocukları ile doluydu. Tüm koltuklarda ciyak ciyak bağıran, tepişen bebeler. Oturacak yer de yoktu. Övünç’ün üzerindeki Dying Fetus sweatshirt’ü yüzünden öğretmenler de bizi pek sıcak karşılamadı. Bir saatlik yolculuk on saat gibi geçti.
Neticeten trenleri yakaladık, gece saatlerinde Nantes’a vardık. Ersay Belçika’da Paslanmaz Kalem’den silah arkadaşı Deniz’in yanında kalmıştı. Hellfest’e beraber geleceklerdi fakat Ersay ilerleyen günlerde o kadar ağır hastalandı ki Hellfest’e gelişi tehlikeye girdi, hepimizin ödünü kopardı. Neticeten sıfırıncı günü feda ederek yetşimeyi ve hiç bir konseri kaçırmamayı başardı. Demek ki neymiş? Ton balıklı makarna, çadırda bekletilmeden tüketilmeliymiş.