Rock ve Metal Müzikte Psikedelik Temalar: Ses ve Ruh Arasında Bir Yolculuk
24 Temmuz 2024Konser İncelemesi: Judas Priest (24 Temmuz 2024)
28 Temmuz 2024GMM’nin tozu çamuru hala paçalarımızda, 24 Haziran Pazartesi Belçika’dan yola çıktık. Paris üzerinden Nantes’a varacaktık. Paris Montparnasse İstasyonu bizi öyle bir karşıladı ki bütün yorgunluğumuz aktı gitti, yerini deli bir heyecana bıraktı.
25 Haziran Salı gecesi Nantes’taki otelimizde uykuya yatarken, bu kadar kısa bir süre sonra yeni bir maratona başlamak üzere olduğumuza hala inanamıyordum. 26 Haziran Çarşamba sabahı kalktık, adetten olduğu üzere Hellfest’in yaptığı duyuruları sallamadan 11 civarı yola çıktık.
Yine kapıların saat 16:00’da açılacağı duyurulmuştu ve ben yine kapıların 14:00’te açılacağını adım gibi biliyordum. Velhasıl saat tam 14:15’te Hey! Hey! Hey! nidaları eşliğinde Rue Des Sabotiers yolu üzerine gerilmiş olan şerit kaldırıldı ve kapılara hücum başladı. İçeri girer girmez her zaman çadır kurduğumuz ağaçlık köşeye koştuk. Bu sefer bir çadır kuracak, bir de Ersay için çadır yeri tutmaya çalışacaktık. Graspop yazısını okuyanların bildiği üzere kendisi zehirlenmiş olduğu için şimdilik bizimle değildi. Otelinde yatmış, soğuk terler dökerek kendisini bu hafta sonuna yetiştirmesi için bağışıklık sistemi ile pazarlık ediyordu.
Geçen senelere göre daha tatlış, parçalı bulutlu bir gökyüzü altında yuvamızı kurduk. O telaş bitince şöyle bir etrafa bakmak aklıma geldi; bu sene burası ne kadar da rahattı, hatta tenha bile denebilirdi. Yan komşu ile o kadar aralıklı kurulduk ki bir değil iki Ersay sığardı.
Bakalım market tarafında neler dönüyordu? 2 km yolu heyecan içinde yürüdük. Her zamanki gibi E. Leclerc Market’in önüne iki sahne kurulmuş, amatör canlı müzik başlamıştı. Bu market kocaman ve içerisinde her şeyin ucuzunu da pahalısını da bulmak mümkün. Hellfest’le de iş birliği içinde. İçeride Hellfest marka şaraptan giyim kuşama, Hellfest basılı özel market torbalarına kadar temalı pek çok ürün var. (Girişte geçici Hellfest dövmesi yapan bir stand, hafta sonu boyunca bütün kasiyerleri kurukafaya, ejderhaya boğdu.) Ama pek çok büyük market gibi burası da “çevre bilinci” ve “ekolojik yaklaşım” çerçevesinde soğuk dolapların içeriğini, bozulacak gıdalarla sınırlı tutuyor. Birayı sıcacık satıyor, al evinde soğutursun diyor… Biz ikiyüz metre ötedeki Lidl adlı “üç harfliler” stilindeki ucuzcu marketi daha çok seviyorduk. Hem daha tenha oluyordu hem de çevre duyarlılığı düşük olduğu için biraları soğuk dolaba koyuyordu canına yandığım. Özlem ve sevinçle Lidl’a koştuk ama acı bir sürpriz bizi bekliyordu: Lidl yanmış! 10 Temmuz’a kadar tadilatta olacakmış. Yakana da, itfaiyesine de, genel müdürüne de itinayla sövdükten sonra kös kös ılık biralara döndük. Markette güzel bir sürpriz bizi bekliyordu; Nilüfer, Burak ve Emre. Alacağını alan çıktı, otoparkta buluştuk. Market önündeki kalabalıkla birlikte başlanan muhabbet, çocukların çadır alanında Perşembe’nin ilk saatlerine kadar sürdü.
27 Haziran Perşembe
Eskiden 3 gün olan festival, ilk kez 2022 yılında 4 güne çıkarılmıştı. O günden beri ana sahnelerin de bulunduğu festival alanı Cuma yerine Perşembe günleri kapılarını açıyor. Bu Perşembe konserler 16:30’da başlayacaktı, acelemiz yoktu. Biz markete kahvaltıya gitmişken Ersay alana giriş yaptı ve hemen yanımızda kendisine ayrılan yere kurulmayı başardı. Nihayet ekip tamamlanmıştı.
Günün en önemli etkinliği, saat 5’teki basın toplantısıydı. Üç gün önce bizler henüz Nantes yollarındayken, uygulamaya gelen bir uyarı ile Megadeth’in basın toplantısı yapacağını öğrenmiştik. Bu habere yüreciğim hoplamıştı. Demiştim ki el kaldıracağım ve 80 milyonun aklındaki o soruyu soracağım: Gitar teknisyeni neden “Fuck you Turkey” yazılı bir story paylaştı? Toplantı vakti gelip çattığında, hafif midem kasılarak kayıt yaptırmaya gittim. Kendimi metalin en asabi adamına azarlatmaya hazır mıyım diye düşünürken bir baktım kral yine toplantıyı iptal etmiş. Tam da tarihe adımı yazdıracaktım be.
GMM’de izlemek yeterli geldiğinden tekrar Slaughter To Prevail izlemek gibi bir niyetim yoktu. 3-4 gündür sosyal medyada “Hellfest’te dünyanın gördüğü en büyük wall of death’i yaptıracağız” diye bağırıp duruyorlardı. Bu iddiayı gerçekleştirmek için konser zamanından bir sürü vakit yediler. Uzaktan dinliyor olmama rağmen bir ara bana bile fenalık geldi. Oluyorsa olur olmuyorsa kasmanın alemi yok Alex. Neticede yaptırdı, buyrun berbo Alex’in gözünden o anlar:
Karakterimin ayrılmaz parçası olan uyuzluğa ek olarak üzerime bir mide bulantısı, bir halsizlik hali çökmeye başlıyordu. İçimden yükselen “kesin ben de zehirlendim” paniğini bastırmaya çalıştım. Biraz oturdum, elimi yüzümü falan yıkadım ama mideme oturan taş gittikçe büyümeye başladı. Hiç zamanı değildi, duymazdan gelip Altar Sahnesi’ne doğru yürüdüm.
İlk kez izleyeceğim için çok heyecanlı olduğum gruplardan biri Brujeria’ydı. Grubun şarkıları, şarkı sözleri, lore’u hatta soundu bile tam olarak benlik. İstanbul’da dinlerken, konserin nasıl geçeceğini gözümde canlandırmaya çalışmak bile beni eğlendirmeye yetmişti. Şimdi Altar sahnesine ilerlerken hissettiğim soğuk terleme ve titreme ise kesinlikle heyecandan değildi. Galiba ravyoli konservesindendi. Dişimi sıkıp en ön demirlere yaslandım. Meksika karteli üyeleri ile göz kontağına olmak istiyordum. İçerisi ferahtı ama fanlar alanı doldurdukça bana bir iç guruldaması gelmeye başladı. Grup nihayet ağzı delik maskeleri ile sahneye yığıldı, gümbür gümbür sound suratımda tokat gibi patladı. Konsere Juan Brujo ile başladı, hemen arkasından da Pinche Peach sahneye geldi. Pinche Peach’in bundan yalnızca 20 gün sonra, kalp hasalığı nedeniyle hayata veda edeceğini asla tahmin edemezdiniz. Tüm grup gibi o da korkunç enerjikti, seyirci ile her an göz kontağı içindeydi. Beni bile canlandırmayı başardı. Yine de şarkılara eşlik etmeye çalışırken yükselen küçük öğürtüler nedeniyle pitteki zavallı fotoğrafçıların üzerine kusmadan konseri terk etmek zorunda kaldım.
Basın alanında banklara yattım. Arada tuvalete gidip kustum, çok iyi geldi. İşler ciddileşmeden toparlanmaya karar verdim. Ancak ileriki günlerde konserve yiyemeyecektim. Alandaki yiyecekler çok güzel ve nispeten sağlıklı ancak biraz pahalılar. 7 Euro’dan başlayan ucuz alternatifler ise bir öğünü geçirmeye yetmeyecek boyuttalar. Neyle altlık yaparım, kaç gibi içmeye başlayabilirim diye hesaplarken görüş hizamın köşesine bir ekip girdi: Oha Fear Factory! Konserlerinden bir gün önce basın alanına gelmiş birlikte içiyorlardı! Bir anda yerimden zıpladım. Dino Cazares’e küs olduğumu bile unuttum, birlikte fotoğraf çekilmek içgüdüsü ile gruba doğru koştum. Ama Övünç ya da Ersay yanımda değildi. Solistten rica etsem çeker miydi ki? Grup o kadar çok dolaşıyordu ki, yakalayamadan çıkıp gittiler. Arkalarından “Zaten Burton olmadan siz FF sayılmazsınız’” diye bağırdım.
Hazır ayaklanmışken Babymetal’in ikinci yarısına yetişmeyi başarmıştım. Hava, güneş kremini eritip yok edecek sıcaklığa ulaştığı için bir de şemsiye açmış o şekilde izliyordum. Kızların uzun kollu ve uzun çoraplı kostümleri içimi yaktı. Bir saate yakın süredir sahnede oldukları için sanırım, yüzlerinde çileli bir ifade vardı ama koreografilerini hiç aksatmadılar. Dans ederken şarkı söylemek zaten başlı başına bir mesai. Bunu hamam sıcağında eksiksiz sunmaları Babymetal’in bordo bereli statüsünde olduğunun kanıtıydı. Kostümün rahatsızlığını geçersek, güneş altında muhteşem tropik birer böcek gibi parlıyorlardı. Babymetal’i iradi olarak dinleyebileceğim bir dünya yok ama konseri başka bir olay. Eğlenceli, pozitif, hipnotize edici. Metal soslu bir j-pop konserinde olduğumu farzedince epey keyif aldım. Die-hard fanların şarkılara eşlik ederken aklını yitirmesini izlemek de cabası.
Övünç Dan’ın fotoğrafları eşliğinde “Babymetal dinlenir mi?” tartışması:
Megadeth konseri ana sahnede Baby’lerin hemen ardından başladı. GMM performansının arkasından, artık İstanbul’daki gibi bir olağanüstülük beklememeyi öğrenmiştim. Ama Dave bugün geçen haftadan bile daha düşüktü. Şarkıların bpm’leri yavaşlatılmış gibi geldi. Beylik sözler ve ezber hareketler, Vic Rattlehead maskeli roadie falan derken konser paldır küldür sona geldi. Sanırım Crush The World Turnesi bitmeye yüz tuttukça patron yorulmaya başlamıştı. Dikkatimi çeken bir şey, Dave’in bu konserde ekstra duygusal olmasıydı. “Sizi seviyorum”ları biraz daha uzun, neredeyse tek tek göz kontağı kurarak söyledi. Bilmesem veda turnesi derdim.
Sodom her ne kadar ana sahneyi hak eden prestijli, uzun kariyerli bir Teutonic Thrash devi olsa da, kendilerini ufak Altar sahnesinde izleyecektik. Şatafattan uzak, kemiksiz bir performans sergilemeyi tercih ediyorlar ve belki de bu sadelik ana sahneyi doldurmak için yeterli olmuyor. Tam gece yarısı Altar’da yerimizi aldık, tak! Taarruz başladı. Metalin madenden çıktığı en yalın haliyle bu Sodom konseri, grubun aşığıysanız tabii ki süper tatmin ediciydi. Genel olarak old skool metalsever olduğunuz için dinliyorsanız, biraz tekdüze ve sıkıcıydı diyebilirim.
Şov dedin mi zaten Cradle of Filth. Küçüklüğümden beri görselliğine hayranım. Şimdi artık neler var tabii ama CoF benim için ilk olduğundan, gönlümde hep özel bir yeri olacak. CoF bu konserde de makyaja dekora abanıp performansı geriye atacak bir grup olmadığını kanıtladı. Deneyimli çalıştırıcı Dani Filth’in grubu acayip sıkı tuttuğu her notadan her ataktan belli oluyordu. Temple sahnesi kapanış grubu olmanın hakkını verircesine az laf edip hayvani biçimde çaldılar. Dani oldukça kilo vermiş, 90’lardaki filinta görünümüne dönmüştü. Acayip aktif ve sevimliydi. İlk albümlerinin 30. yıl dönümüymüş, inanasım gelmedi! Pinhead makyajıyla Marek “Ashok” Šmerda’dan gözümü alamadım. İnsan her gün solo atan Cenobite görmez. The Lament Configuration’ı getirmiş midir diye bekledim ama bu sefer göremedim.
Hellfest birinci gün özeti – by Övünç Dan
Hellfest birinci gün fotoğrafları – by Övünç Dan
28 Haziran Cuma
Sabah kalkmış alana giderken, Hellcity Square’de (meydan bölgesinde) Love Shellter tabelalı dükkan dikkatimi çekti. “La Société Protectrice des Animaux” (kısaca SPA) bir hayvan derneği. Her sene sokağa tek edilen binlerce hayvanı bünyesine alıp bakımlarını ve yeniden ev bulmalarını üstleniyormuş. Yani olması gerekeni yapıyormuş, normal olanı, insani olanı. Aklımız fikrimiz zaten Hayvanları Koruma Yasası’nda yapılmaya çalışılan katliam niteliğindeki değişiklikteydi. Girip selam sabah ettim. Kendim ve Gözde bacım için bir şeyler aldım. Tabii ki satışlardan elde edilen gelir derneğe gidiyor. Bir de çekiliş yapıyorlarmış, 5’er Euro’luk piyango biletlerinden alıp çekilişe katılıyorsun. Mass Hysteria ile sahne arkasında takılma, gitar gibi ödüller kazanıyorsun. Ben görevli arkadaştan bu bilgileri alırken, birisi kucağında zürafa kostümlü arkadaşı ile koşarak içeri girdi. Zürafalara özgü bir hastalıktan kıvranan arkadaşını bam diye ortaya yatırdı. Zürafanın kıçı başı cimciklenmek suretiyle son teknoloji tıbbi müdahale uygulandı, o da hemen kendine geldi çok şükür.
Sipariş patch ve tişörtler alındı, aç karnımız doyuruldu derken bir baktım Klone vakti geldi. Her sene Hellfest’te böyle bir an oluyor. Işıl ışıl güneş altında öğlen üstü acayip modumuz yüksekken progresif metal gider mi falan… BAM! Daha ilk notadan karanlık bir ormanın içindeyiz. Bu grubu ilk duyuşumdu ve şu an dünyada en sevdiğim şey gerçekleşiyordu: canlıda yeni grup keşfetmek! Dinledikçe aklım çıktı, hastası oldum bayıldım. Bunu okuyup “Ben bunu sana 40 kere önerdim ya” diyerek saçını başını yolan arkadaşlarımın kopan saçlarını duyabiliyorum. Sorry, ben inatçı bir domuzum. Önerilen grupları dinlemiyorum. Klone’u Leprosus veya Riverside’a benzetmek mümkün ama trafiklerini daha basit, şarkı yazımını daha melodik ve yüksek tempo bulduğum için müziğinden daha fazla zevk aldım. (Aramızda kalsın Leprous beni biraz bayıyor)
Youtube’da ara sıra izleyip “vay anasını, genco da gitarı çalıyor” dediğimiz Tim Henson büyüdü, grup kurdu da Polyphia ile Hellfest ana sahnesine gelip 18:30 gibi iddialı bir slotta karşımıza çıktı. Polyphia niş bir zevke hitap ediyor sanıyordum. Ana sahne önünde biriken binlerce kişiye bakılırsa bu niş epey kalabalıkmış. Tim’in hem gitar çalışı hem de bebeksi güleç yüzü insansı bir robot gibiydi, enteresan bir tip. Aradan 10 dakika geçti, görmem gereken her şeyi görmüş, sıkılmaya başlamıştım. Tim bebek, her halde sessizlik yemini etmişti, gık dediğini duymadık. Haliyle grubun hey hey’cisi görevi basçı Clay Gober’e düşmüştü. Bu arada her iki festival boyunca hiç bir grubun sektirmediği bir adet vardı: “push it back”, “open up this pit”, “spin this shit around” emirleri ile kalabalığı circle pit veya wall of death için gaza getirmek. Tabii ki metal festivalindeyiz, bunlar normaldir. Ama bu cümleyi duymayı beklediğim son grup Polyphia’ydı. Grubun müziğinde vahşi hiçbir öğe olmamasına rağmen Clay de geleneği bozmadı. Tuhaf olan ise, virivürüvirivürü gitar eşliğinde izleyicilerin “ne alaka” demeyip birbirine girişmesiydi.
Steel Panther bu yıl Polyphia’dan hemen sonra ve Tom Morello’dan hemen önce sahne alıyordu. Bienalden çıkıp siyaset tarihi dersine girmeden önce pavyonda eğlenecektik, mükemmel. Panterleri henüz bir hafta önce GMM’de izlediğimiz için şovun gidişatını, şakaları ezbere biliyorduk. Ama bu gidişata çomak sokacak çok önemli bir sorun vardı: Fransızların bir kelam İngilizce bilmemesi. Michael ile Satchel arasındaki atışmaları anlayamadılar. Stixx’in tek kolunu atletine kıstırıp yaptığı Tim Allen taklidine “bu ney?” diye baktılar. Hatta Weenie Ride şarkısı için Satchel sahneye bir kadın davet ettiğinde, yine İngilizce bilmeyen sahne ekibi bunu 17 Girls in a Row şarkısı ile karıştırıp sahneyi kadınlarla doldurmaya başladı. Grup da fanları kovalamadı tabii, “bu sefer de böyle olsun” diyerek 3 şarkı boyunca dev bir kadın kalabalığı içinde bir kaybolup bir belirerek perform ettiler. Michael’in elinden tutup dans ederek önce çıkardığı bir kız kardeşimiz ise rolünü fazla sahiplendi ve yakınlaştıkları bir anda “o zaman veriyorum yiyişi” diyerek dilini Michael’in ağzına daldırmaya kalktı. Hayatımda ilk kez Michael Starr’ın ecel terleri döktüğüne şahit oldum. Sıkı sıkı kapadığı dişlerini bir aralasa ortalık Eyes Wide Shut’a dönecekti. İngilizce’deki eksiklerini libidoları ile kapatıyorlar canına yandığım ateşli milleti.
Övünç Dan’ın gözünden Steel Panther – Satchel, Fransız asıllı sevişgen çizgi karakter Pepe le Pew’ün manitası “Penelope Pussycat” tişörtüyle ne kadar da uygun giyinmiş.
Bir hormon denizine dönüşen kalabalığı devrime ayaklandırmak için ya en iyi ya da en kötü zamandı. “Baş kaldır! İsyan et! Kabullenme!” diye sahneye akın eden Tom Morello ve saz arkadaşları benim için şu an doğru çağrı değildi, sanırım dersi kıracaktım. Biraz uzaktan Killing in the Name’i dinlerken hafif bir pişmanlık duyar gibi olduysam da çabuk atlattım. Sanırım Türkiye’de gırtlağımıza kadar batmış olduğumuz politize yaşamımız, tatilde bu tarz müzikten kaçınmama neden oluyor.
GMM’nin kapanış grubu olarak Machine Head dev şovu ile inanılmaz kanımızı kaynatmıştı. Bugün hem festivalin son günü değildi hem de MH son grup değildi. Ama hiç bir eksik olmadan aynı dev şovu sahneye koydu, havai fişekleriyle falan. O an bilmiyorduk ama, festivalin final gününde yaşanacaklardan sonra sosyal medyada hep aynı şey konuşulacaktı: “Hellfest’in gerçek kapanışını Cumartesi gecesi Machine Head yaptı.”
Gaz adam Rob’un yaktığı fitil ile Prodigy’e doğru vites arttırdık. Elektronik müziğin canlı icrası konusunda benim kafam biraz karışıktı. Kime doğru kafa sallanacak DJ’e mi? Daha önce Rock ‘n Coke’ta iki defa izlediğimiz Prodigy’de her sefer manyakça eğlendiğimizi hatırlıyordum ama bu eğlencenin müziğe ek olarak en büyük sorumlusu Keith Flint’di. Onu yeniden görmeyi gerçekten çok isterdim. Onsuz Prodigy için “konser” diyemiyorum, güzel rave’di: Kusursuz sound, etkileyici sahne dekoru, lazer şovlar ve tabii ki en önemlisi: Çok güçlü nostalji unsuru. Maxim’in de hakkını yememek lazım, performansın “canlı” elementini sırtladı. Neticeten Prodigy 2024 haliyle bile hala paranızın tam karşılığı.
Hellfest ikinci gün fotoğrafları – by Övünç Dan
29 Haziran Cumartesi
Bugün, benim için festivalin en yoğun günü olacaktı. 2021’den beri canlı izleme hayalleri kurduğum bir grup bu sabah Hellfest’te! İt gibi köppek gibi yorgun olmama rağmen saatin çalmasına 45 dakika kala gözlerimi açtım. Övünç benden de önce uyanmıştı, ana sahneye koşma vaktiydi. Hem Sumerlands’i hem Eternal Champion’ı hem de Alien Weaponry’yi arka arkaya izleyeceğimize inanamıyordum!
Birer kahve içip birer kruvasanımızı yediğimizde Darken hala sahnedeydi. Sadece Fransız değil, bulunduğumuz “Pays de la Loire” adlı bölgenin grubuydu Darken, yerel kere yerel. Yazıyı hazırlarken heavy / power metal olarak tanımlanmış olduğunu gördüm ama dinlerken bana butt rock havası verdi. Asla kötü anlamda değil: Basit trafikler, akılda kalıcı riffler, İngilizce sözler, sempatik ekip. Tam arkaya açıp iş yapmalık.
2016’da hayatımıza giren ve girdiği gibi nostaljik elementleriyle bizi kulak mememizden yakalayan Sumerlands sahne aldı. Melodik riffli, sololu old skool heavy metalden daha güzeli yok ulan. Albümlerde, şarkı yazımına eşlik eden retro sound ve fantastik temalar, sahne için bazı hayaller kurdurmuştu bana. Bugün ise sahnede kot- tişörtlü dört adam vardı ama müzik yeterliydi. Back drop’a, 30 Mayıs’ta vefat eden hem Sumerlands hem de Eternal Champion bassçısı Bradley Raub’un fotoğrafı yansıtılmıştı. Grup Brad’in yerine bir basçı almamış, sahneye yalnızca iki gitar çıkmışlardı. Solist Brendan Radigan, konserin ortasına geldiğine Brad’e seslendi: “Şu anda yukarıdan bizi izlediğine ve ‘Basçısız çalınır mı salak mısınız!’ dediğine eminim”. Bu arada başıma bir şey gelmeyecekse ben Brendan’ın sesini eski vokal Phil’den daha çok beğeniyorum. Çift gitar Arthur Rizk ve John Powers, bas açığını kapattılar, beklediğimden bile muhteşem bir konser oldu.
Kutlu bir an! Nihayet Alien Weaponry’yi yakalamıştım. Üç kişilik Yeni Zelandalı grup 20’li yaşları ile o kadar genç ve sadece iki albümü ile o kadar tazeydi ki, genelde sabahın köründe sahnelerin açılışını yaptıkları için ziyan oluyorlardı. Ta ki bugüne kadar. Üç kişi, Metallica için hazırlanmış Snake Pit sahnesinin resmen içinden geçtiler. Maoilere ait Te Reo dilinde yazılmış şarkılar ve break downlar bana 90’lar Sepultura’sını anımsattı, fakat daha minimali. Solist Lewis de Jong inanmışlığın bir simgesi. Toprak hırsı, insan inadı ve ders alınmayan geçmişin acıları gibi temaların AW için sadece bir ilham kaynağı olmadığını, gubun aktardığı hikayeleri gerçekten dert edindiğini bizlere inandırdı. Gerçi haklarını yememeliyim, çocukların üçü de deli göz. Basçı Tūranga Morgan-Edmonds’ın 2021’ye yaptırdığı ta-moko dövmesini dünya gözüyle görmek de etkileyiciydi.
Son bir kaç yılda beni Eternal Champion kadar heyecanlandıran bir grup olmadı. Zaten mecrası ne olursa olsun kılıçlı – savaşlı fantezi türüne ekstra hastayım. (Çocukken çok Conan izlemekten heralde.) Ancak sade tema ile olmaz, müziği de öttürmek gerekli, ki öttürüyorlar. Aslında EC için söylenecek şeyler, Sumerlands ile söylediklerimle çok paralel. Retro sound, klasik heavy metal besteler, epik vokal. Gitaristler Arthur Rizk ve John Powers’ın ve merhum basçı Bradley Raub’un Sumerlands’le ortak olması nedeniyle bu durum kaçınılmaz. Ama ben EC’yi daha çok seviyorum. Müziği ve temeline oturttuğu evreni bana daha çok hitap ediyor. EC bunu “ironik” olarak yapmıyor. Hatta frontman Jason Tarpey’nin fantezi tarzında hikayeleri mevcut. Artı kendisi demirci ustası, bildiğin blacksmith. Temaya bu kadar batmış olmasına rağmen Manowar gibi kitsch olmamayı başarıyorlar. Sound da sahne duruşları da son derece cool. Herkes dakika saniye sayar, şarkı listesini kuruşu kuruşuna denkleştirir. Jason ise her şarkının ardından arkaya dönüp kendisini izleyen Brendan Radigan’a “kaç dakikamız kaldı” diye sorup durdu. Spontan biri. Konser duygusal olarak muhteşem olduğu kadar, teknik olarak sinir harbiydi. Özellikle deneyimli davulcu Connor Donegan, yürüyen davul seti ile boğuşup dururken epey ter döktü. (Erken sahne alan gruplara özen gösterilmemesi ne kadar ayıp.) Gitaristler Arthur ve John az önce Sumerlands’deki gibi yine şov yaptılar. Bradley Raub, Eternal Champion’ın da basçısı olduğu için, onlar da seti bas gitarsız tamamladılar. Duygusal bir konuşma ile Brad anıldı ve bolca alkışlandı. Frontman Jason’ın henüz bu boyutta bir kalabalığa alışkın olmadığı birazık hissediliyordu, büyük kitlelere kısa zamanda alışsan iyi olur Jason. Konserin sonunda, son şarkıyı tişörtünü çıkarıp kafasına taktığı zincir zırhla söyledi. Lan şunu en baştan yapsaydın da birazcık daha moda girseydik.
2008 tarihli o meşhur belgeseli hepimiz izledik değil mi? Sırf karakterlerin gerçeğini görmek için Anvil izlemek üzere yerimi aldım. (Övünç’e sorarsak biz daha önce Anvil izlemişiz, ama asla hatırlamıyorum.) Anvil, gece Metallica’nın çalacağı Snake Pit sahnesinde çalıyordu. Lip, yüzünde koca bir gülümseme, fişek gibi sahneye atıldı, gitarının manyetiğini mikrofon gibi kullanarak bizi selamladı (kulak yırtan bir tercih) ve derhal gitarı ile Snake Pit çevresinde koşmaya başladı. Ama gitarının verici sinyali bu mesafeyi kaldırmadı. İkinci adımda gitarın sesi gitti. Lip hızını almış bulunduğu için geri dönemedi, sessiz gitarını çalarak neşe içinde pit turunu tamamlad ve sinyalin menziline sağ salim ulaştı. Sonrasında başlayan müzik ziyafetine katiyen inanamadım. Anvil kadar kötü şarkıları olup onları da bu karar kötü çalan bir grup, naif ısrarcılığı ile Hellfest’in ana sahnesine kadar gelmiş. Cidden bravo.
İsveçli efsane The Haunted, Altar Sahnesi’ni beklediğimin altında bir kalabalıkla doldurmuştu. Aynı anda ana sahnede hemşehrisi Yngwie olduğu için olabilir. Solist Marco iki eliyle kalabalığı selamlayarak geldi, göt cebinden çıkardığı mikrofona gürleyerek konseri başlattı. Kalabalık sayıca düşük olsa da kaliteliydi, crowd surf hiç durmadı. Kurucu gitarist Anders Björler’in yerine gitara Ola Englund geldi biliyorsunuz. Kendisi bir Youtuber olarak videolarında sıcak ve konuşkan. Sahnede ise geri planda takıldı ancak gitarın yanında çok önemli bir işlev üstlendi: sahneden POV videolar çekmek. Amfisinin üzerine kamera yerleştirdiğini görünce dedim ki bu videoları sonradan izlemek efso olacak. Buyrun siz de bakın:
Seksi dedeler Accept de ülkemizde ağırlayacağımız için çok heyecanlandığım gruplardan. Çünkü onlar da “siz neyle besleniyorsunuz” klasmanındaki veteran gruplardan. Accept cidden bu derece zinde olamazsın! Wolf Hoffmann’ın gitar çalışını izlerken ağrıyan sırtımdan utandım. Bu arada, sahnede güzeller güzeli, adeta bebeksi bir sürpriz vardı: Joel Hoekstra. Kendisi Accept’in 2024 turnesinde Phil Shouse’ın yerine çalıyor. Ekip öyle kusursuz ki, Humanoid’i dinlememiş olan, onu geçtim Accept sevmeyen, metal bile sevmeyen insanı kendisine hayran bırakır. (Mark Tornllo’nun “iniş pisti” model sakalı hariç)
Bizim ekipte Bruce Dickinson’ın solo işlerine hayran kimse yoktu. O nedenle aniden bastıran sağanak bizi fazla endişelendirmedi. Hatta gittikçe artıp insanları çil yavrusu gibi dağıttığı için kendisinden sonra gelen biraz fazla meşhur grubu çok rahat bir lokasyondan izleyebileceğiz diye sevindik bile. Bunu garantiye almak için Bruce’un ikinci yarısında fırtınaya kafa atarak meydanlara çıktık. Çoğu insan saçak altına sığınmışsa da kafasına çöp poşeti sarıp çıplak ayakla konser izleyen bazı cengaverler de yok değildi. Bruce’un sadece kendisinin anladığı Fransızcası ile süslü konserini en önden izledik. Şaka şaka, kesin süper konuşuyor. Sadece bununla gurur duyup muhabbeti çok uzatmasını absürd buluyorum. O uzun uzun şarkıları açıkladı ben “ne tatlı kız” diye Tanya O’Callaghan’ı izledim.
Gün battı, yağmur defoldu gitti ve biz “yan taraftan yardırma” metodu ile mükemmel bir lokasyona yerleşmeyi başardık. Metallica start aldı. 72 Seasons turnesinin konserlerini muhteşem bir kayıtla şarkı şarkı paylaşıyorlar ya, konser başlar başlamaz kendimi o videolara ışınlanmış gibi hissettim. Konseri Creeping Death ile açmazsın bu arada höst. Sahne, ışık, sound, bir Metallica standardı vardı zaten. İsteseler insanları açlıktan ve yorgunluktan ölene kadar orada öylece tutabilirler. Üç günün hatta GMM’yi de sayarsak bir haftanın yorgunluğu uçup gitti. Konser beklendiği gibi en aşırı favori klasikler ile 72 Seasons karmasıydı. Fakat tam orta yerde James “size bir sürprizimiz var” diyerek mikrofonu Rob’a devretti. Kirk ve Rob Fransızlar için anlamlı olduğunu tahmin etiğim bir şarkı çalıp söylediler. Ama nasıl kötü bir performans anlatamam. Hoşluk düşünmüşsünüz, başka konserlerde de yapıyorsunuz okey de insan biraz çalışır lan. Böyle sürprize sokayım, dünyanın en saçma 5 dakikasıydı. Bunun haricinde, 72’den tırto şarkıları çalıp Lux Aeterna’yı çalmamaları azıcık kalbimi kırdı. Metallica alevli havai fişekli ve yeni moda olan dev plaj toplu şovların hepsini eksiksiz yaptı. Ancak festival kameralarını devre dışı bırakarak sahnenin iki yanındaki dev ekranların kontrolünü kendisi devralmıştı. Devamlı konseri göstermek yerine ekranları kimi zaman küçük karelere böldü kimi zaman da grafik dizaynlar yansıtıldı. Çoğu insan dev ekranların parçalı kullanımına uyuz olmuş ve çok haklılar. Ben sahneye yakın olduğum için grafiklerin yarattığı atmosferden hoşlandım ama 3 km gerideki vatandaşlar muhtemelen grubu görmeyi daha çok tercih ederdi.
Metallica gibi bir nevi canavarı (meh meh) takip etmek herkesin harcı değil. Bu işin altından kalkacak üç beş isimden bir tanesi Saxon olsa gerek. Bir ömür sevmeyip, festivallerde izleye izleye “ulan yoksa?” diye diye sevdim sizi Saxon, hiç durmayın hep çalın. Sabahtan beri 2 numaralı ana sahnenin tepesinde asılı duran dev kartal nihayet aşağıya doğru indi, lazer gözleri yandı. On numara etkileyici bir görsellik. Metallica’nın kariyerine start vermekte nasıl bir rol oynadıklarını hatırlarsınız: Metal Blade Records kurucusu Brian Slagel’ın bir kankası, The Michael Schenker Group konseri çıkışı, üzerinde Saxon Avrupa Turnesi tişörtüyle gezninen Lars’ı görüyor, “oha sen Saxon’u nereden biliyorsun?” – “Ben Avrupalıyım esas sen nereden biliyorsun” derken NWOBHM aşkı üzerinden kaynaşıyorlar ve the rest is history. Bir yandan tarihi ağırlığı olan bir deneyimdi ama bir yandan canavar gibi yepyeni gıcır gıcır bir sound dinledik.
30 Haziran Pazar
Çadırdaki dokuzuncu gecemizden sabaha varmıştık. Bitmişlik, vitamin ve mineral yoksunluğu, ayaklarda aşınma, hepsi göz ardı edilemez olmuştu artık. Kafamdaki kontrol panosunda bütün ışıklar kırmızı yanıyordu ve bir yerlerde bir alarm ötüyordu. Tamam dedim, bugün fazla yorulmayalım, ağırdan alalım. Önemli bir grup yok. Pekiyi, fazlasıyla mı rahatız acaba? Yoksa sıkılacak mıyız? Bugün son gündü! Koca bir yıl daha Hellfest yoktu… Panikledim.
İstediğim kadar panikleyeyim, artık ayaklarım beni taşımıyordu. Kahvaltıya bile zar zor ulaştık. Sonra Muscadet Kingdom adlı ağaçlık bölümde bir sağa bir sola devrilerek ana sahnede çalan müziği dinledik. İçki içesim dahi kalmamıştı. Çocukların da öyle. Kime “bira?” desem mmmhhh cevabı alıyordum. Ersay’ın tavsiyesi ile ilk defa Warzone sahnesine giderek Show Me The Body izledik (sevmedim). Ordan Valley’e dönüp biraz Sierra ablanın synthleri ile dans edenlere baktık (sevdim). Bu serseri mayın modunun da kendi tadı vardı. Batushka için kendimi biraz topladım. Dava sonrası “gerçek” Batushka’yı ilk görüşümüz olacaktı diye düşündüm ama zaten elemanları göremiyorsunuz. Çadır sahnesi tabii ki tıka basaydı. Yine de tütsüleri koklayacak kadar yakına sokulmayı başardık.
Queens Of The Stone Age “hiçbir şey hissetmiyorum ama önüme kadar gelmişken bir bakayım çünkü çok ünlü” türündeki gruplardan. Kızıl Elvis’e uzun uzun baktım, güzel adam olmasının da etkisiyle müziği biraz dinlemiş bulundum. Ancak nazarım değecek, Josh Homme sadece bir kaç gün sonra acil bir ameliyata alınacak, bu nedenle yaz turnesinin geri kalanını iptal edecekti.
Sağa sola bakınırken nihayet akşamı ve Hellfest’in son saatlerini bulmuştuk. Böylece sıra kapanış headliner’ına gelmişti.
Foo Fighters, QOTSA ile birliktebu seneki Hellfest’in en çok tartışılan grubu olmuştu. Sosyal medyanın yoruma açık ne mecrası varsa orada “Kapanış headliner’ı Foo Fighters olmalı mı?” konusu tartışıldı. Kısaca cevap vereyim: olmamalıydı. Ben sevmem, ama sebep bu değil. Hatırladığım kadarıyla daha önce canlı izlemedim, o yüzden hep mi böyle sönük yoksa ait olmadığı bir yerde sahne aldığını düşündüğü için Dave Grohl kendini huzursuz mu hissetti, emin değilim. Yalnız bu sahne iki gece önce Prodigy, bir gece önce Ice-t, geçen yıllarda Machine Gun Kelly gibi metal dışı sanatçıları ağırladı. Benim deneyimlerim arasında Foo Fighters, Hellfest tarihinin en boktan geçen konseriydi. O koskoca kendine güven abidesi çenebaz Dave Grohl, ne diyeceğini, elini ayağını ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Kariyeri şarkı yazmak olan bir insan olarak, izleyicilere şöyle seslendi ya: “Hellfest! Şöyle bir bakıyorum da burası müthiş bir yer. Bana kalırsa cehennem değil cennettsiniz!” Vay be. Tezat ustası. Yere çöküp “Gelmişler, izleyek” mantığı ile izledik. Günün yavaş yavaş yok olan ışığı, standların lambaları, sakin ortam bana Rock n Coke günlerini hatırlattı, tatlı bir nostalji ile kaplandım. Sonra bir anda baktım Dave bize veda ediyor. Oysa daha 15 dakika sahne süresi kalmıştı. Bis yapacağını sandık, yapmadı! Soğuk bir “Eyvallah” ve festival bitmişti! İşte her şey tamam ama bu Hellfest tarihinde görülmemiş bir şeydi. Sahne süresini yüzsüzce aşan, sahneden apar topar kovulan bile olmuştu. Ama erken bitiren? Hem de headliner? Hem de son gün? Dünyanın sonu gelmiş olmalıydı. Herkesin yüzünde bir şok ifadesi bibirimize bakakaldık. Sonra sahnenin yanındaki dev ekranlar aydınlandı: 2025 Hellfest biletlerinin bir hafta sonra satışa çıkacağı ilan ediliyordu. Oldu o zaman. Pekiyi, havai fişekler neredeydi? “See you next year headbangers” vedası, kapanış videosu neredeydi? Biraz durduk, baktık herkes çıkıyordu, dedik bitti herhal. Sonradan Instagram’dan okuyup anladım ki, pek çok insan bu sönük kapanışa alınmış. Doğru dürüst veda etmeden ayrılmaya gücenmiş. Hiç bir grup ilan etmeden, 2025 biletlerinin satış ilanının bu kadar acil paylaşılmasını garipsemiş. Yalan yok, insan sarılıp vedalaşırken bir iki damla göz yaşı dökmek istiyor. Hellfest yönetiminin katılımcıları ile ilişkisi bana hep organik ve insani gelmiştir. Zaten bu kapanışın ardından verilen tepkilere Hellfest “Sizi çok net duyduk. Havai fişeklere ve kapanış seremonisine atfettiğiniz anlamı biz de benimsiyoruz. gereği yapılacaktır” şeklinde hızlı bir dönüş yaptı. Her şekilde çok güzelsin be Hellfest, sevmişiz bir kere. Bir 360 gün daha Google Maps’ten Clisson sokaklarını gezeceğiz artık. Seneye görüşürüz!