İnceleme: “Lake of Tears – Ominous”
18 Mart 2021İnceleme: “Dool – Summerland”
5 Nisan 2021Farkında olmadan İsveç metali misyonerliği yaptığım inceleme yazılarımdan birine daha hoşgeldiniz! Dinlemekte geç kaldığım için beni üzen bir albümden bahsedeceğim bugün.
İlk Sweven albümü olan “The Eternal Resonance”, 2020 yılının ilk aylarında piyasa sürüldü. İlk albüm diyorum fakat bu isim değişikliğine uğramış ve devam niteliğinde olan bir proje aslında. Umarım bu isim hikayesini anlatmakta başarılı olabilirim. Kısaca özetliyorum. İsveçli death metal grubu Morbus Chron 2014 yılında Sweven adındaki son albümlerini çıkararak, 2015 yılında dağılıyor. Morbus Chron fronmanti olan Robert Andersson ise, yeni bir proje ile müziğe devam etmeye karar veriyor ve isim olarak Morbus Chron’un son albümü olan Sweven seçiliyor. Hatta Andersson da bu konu üzerine şöyle demiş:
“Sweven, diğerleri gibi şekillendirdiğimiz bir albümdü ama aynı zamanda beni ve hedeflerimi de şekillendirdi. Kişisel olarak bana çok şey ifade etmeye başladı. Bu yüzden yeni bir grup kurma ve yolculuğa devam etme zamanı geldiğinde, başka isim bile düşünülmedi.”
İsim hikayesini de tamamladığıma göre konumuza dönüyorum. Öncelikle bazı mecralarda progresif death metal türü altında gördüğüm “The Eternal Resonance”, ne tam anlamıyla progresif metal ne de tam anlamıyla death metal. Bu kadar atmosferik bir albümü progresif death metal olarak nitelendirmek dinleyiciyi biraz yanıltabilir. Oldschool death metal, black metal, progresif, psikedelik ve post rock harmanı olarak düşünülebilirsiniz. ‘Aman ne düşüneceğim bee!’ diyorsanız da aşağıdaki şarkıyı başlatarak kendiniz karar verebilirsiniz.
Albüm, gidişatını açılış parçası ile bizlere gösteriyor aslında. 3 dakikalık enstrümantal bir parça olan “Spark” ile progresif ve post etkileşimini direkt yakalayabilirsiniz. Akustik yoğunlukta bir şarkı ve bana biraz hüzünlü gelen bir melodisi var. Güzel bir açılış olduğunu düşünüyorum.
“By Virtue of a Promise” özellikle doom metal severleri yakalayabilecek bir parça. İlk yarısında post metalin dalgalanan gitar sesleri ile doom metalin tribe sokan melodileri birbirine karışmış. Andersson’ın vokali ise şarkının ve albümün havasına cuk oturuyor bence. Şarkının ikinci yarısı ise baştaki sakinlik ve karanlıktan kurtulup daha progresif bir kompozisyonda ilerliyor.
Melankoli dolu akustik bir başlangıç ile “Reduced to an Ember” devreye giriyor. Genel itibariyle albümdeki clean gitar kullanımı gerçekten çok hoşuma gitti. Clean pasajlardan daha sert pasajlara geçişlerin de baya iyi olduğunu düşünüyorum. Yalnız her bir şarkının tınısı aklıma başka bir grubu getiriyor. Örneğin “Reduced to an Ember” ilk girdiğinde Norveç’li progresif metal grubu Madder Mortem’i dinliyor gibi hissettim. Albümün genel havasına baktığımda ise İsveç metalinin göz bebeği olan Dan Swanö (Edge of Sanity) tınıları duyuyorum.
“The Sole Importance”da elektrik gitar kullanımı daha yoğun bir hal almış. Bu şarkıda artı olarak gösterebileceğim şey piyanonun kattığı hava olacaktır. Önceki şarkılara kıyasla biraz daha sert bir şarkı bu, piyanoyla da biraz yumuşatılmış. Aynı zamanda şu ana kadar gitar solosu açısından en tatmin edici olan parça kesinlikle bu. Yalnız hazır olun, yine bir benzetme ile geliyorum. Şarkıya hakim olan piyano ve gitar melodisi ile Thurisaz-Endless‘ın 3:10 civarında çalan gitar melodisi birbirini andırıyor. Yani dinlerken “bu neydi yaa?” derseniz aradığınız şarkı muhtemelen Endless olacak.
“Mycelia” hakkında pek bir şey söyleyemeceğim. Başlangıcındaki klavye ile beni yakaladı ve dinlemesi zevkli bir şarkıydı. Aynı şekilde şarkının bitişi ve sonraki şarkı olan “Solemn Retreat” ile bağlanışı da çok hoştu. Bölmeden devam edeyim. Yine çok atmosferik bir şarkı olan “Solemn Retreat” ara sıra Andersson’un acı dolu vokalleri ile yön değiştiriyor olsa da, özüne dönerek bizi boşlukta bir yolculuğa çıkarıyor. Özellikle de şarkının kapanışında bunu hissetmemek mümkün değil. Bunun yanında, şarkının orta kısımlarındaki gitar armonisi de bir hayli güzel duyuluyor.
“Visceral Blight” çoğu insan için albümün en iyi şarkılarından biri sayılmasına rağmen, bu şarkının hissiyatını albümün genel temasına oturtamadığım için pek hoşuma gitmedi. Çok yoğun davul vuruşları şarkı boyunca sürdüğü için albüm içinde biraz bağımsız kaldığını düşünüyorum. Şarkı kendi başına güzel olsa da biraz sırıtmış. Şarkının bazı kısımlarında ufak tefek synth de kullanılması güzel olmuş.
“Sanctum Sanctorum” ile albümün son aşamasına geldik. ‘Albümlerin en vurucu şarkılarını neden hep en sona koyuyorlar?’ diye sormadan edemiyorum. Son parça da, açılış parçası olan olan “Spark” gibi enstrümantal ve akustik bir yürüyüş ile ilerliyor. Ta ki, son dakikada beklenmedik bir koro girene kadar. Aslında bu koronun da şarkının ismi ile anlamlı bir bütünlük sağladığını söyleyebiliriz. Sanctum Sanctorum ‘bir tapınaktaki en kutsal yer’ anlamına geldiğinden, ilahi tarzında bir sona sahip olması da normaldir.
“The Eternal Resonance” hakkında sizlere önerebileceğim şey, vurucu ve güçlü bir metal albümü beklentisiyle dinlememeniz. Betimlemekte yardımı olacaksa, Opeth’in cleani bol haline benzetilmesi mümkün biraz. Özellikle akustik pasajları sevenlere ve hem clean hem de kirli sesler ile metalde kontrast yaratılmasından hoşlananlara önerebileceğim bir albüm. Dinledikleri şarkılarda biraz melankoli ve duygu arayanlara da aynı şekilde.
Sonuna kadar okumuş olanlar için bir dipnot düşüyorum. Albümü dinlerken çok sık yaşadığım benzetmeler üzerine gruba mesaj atarak etkilendikleri gruplar olup olmadığını sormuştum. Andersson, bu albümün sevdiği her şeyin bir tuhaf birleşimi olduğunu ve albümde duyulan şeyler arasında Autopsy’nin Mental Funeral’ından, Chopin’in Nocturne’una kadar her şeyin olabileceğini, bilinçli olarak etkilenmemeye çalışsa da elinde olmadan benzer tınılar kullanmış olabileceğini söyledi. Bu şekilde düşündüğümde ona hak vererek albüme olan puanımı yükselttim kendi içimde.
Yazar: Asuna Pehlivan